Onuncu Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han, babası Yavuz Sultan Selim Han’ın vefatı üzerine 1520 yılında tahta geçti. Bu sırada 25 yaşı

Onuncu Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han, babası Yavuz Sultan Selim Han’ın vefatı üzerine 1520 yılında tahta geçti. Bu sırada 25 yaşındaydı. Babasından üç kıtaya yayılmış 6.557.000 kilometrekarelik bir ülke devralmıştı. Vefatında ise oğluna 14.893.000 kilometrekare toprak devretti. Kanunî devrinde fethedilip de vefat ettiği 1566 yılına kadar elde tutulamayan 1.000.000 kilometrekare toprak bu hesabın dışındadır. Devrinde Osmanlı Devleti tereddütsüz dünyanın birinci devletiydi. Onun ihtişamında bir hükümdarı, dünya tarihçilerinin de ittifakıyla ne Türk tarihi ne de cihan tarihi henüz kaydetmemiştir.
Kanunî Sultan Süleyman Han’ın 46 yıllık saltanatı büyük ölçüde seferlerde geçti. Osmanlı’da padişahın bizzat ordunun başında bulunduğu seferlere “sefer-i hümâyûn” denir. Sadrazamlarının, kapdan-ı deryalarının ve diğer serdar-ı ekremlerinin gerçekleştirdiği çok sayıda sefer dışında, Kanunî’nin 13 adet sefer-i hümâyûnu vardır. Bunlardan onu batıya, üçü doğuyadır.
Bu seferlerde geçirdiği süreleri topladığımızda Kanunî’nin, 10 yıldan daha fazla bir süreyi bizzat ordunun başında ve İstanbul dışında, seferde geçirdiği anlaşılır. Her birinde yüz binlerce askerin sevk edildiği bu seferlerin, aylarca önce başlayan hazırlık safhalarının da bulunduğu unutulmamalıdır. Mesela aşağıda bahsedeceğimiz Estergon Seferi’ne Kanunî, hazırlıklar için bütün bir kışı geçirdiği Edirne’den hareket etmiştir.


ONUNCU SEFER-İ HÜMÂYÛN: ESTERGON
Kanunî’nin onuncu sefer-i hümâyûnu, Osmanlı tarihlerinde Estergon Sefer-i Hümâyûnu olarak anılır. Bugün Macaristan topraklarında bulunan ve Tuna Nehri kıyısında yer alan Estergon Kalesi, Budapeşte’ye 47 kilometre mesafededir. Nehrin karşı yakası Slovakya topraklarıdır. 28 Haziran 1543 günü Estergon önlerine gelen Kanunî, 10 gün boyunca kaleyi kuşatmış ve 315 topla bombardıman etmiştir. Nihayet 10 Ağustos 1543 Cuma sabahı kale teslim olmuş, camiye çevrilen büyük kilisede Padişah Cuma namazı kılmıştır. Her bir karış toprağı binlerce şehidimizin kanıyla sulanmış bu şanlı kale, 1543’ten 1594’e kadar 51 yıl ve 11 yıllık bir Alman işgalinin ardından 1605’ten 1683’e kadar da 77 yıl olmak üzere toplam 128 yıl Türk hakimiyetinde kalmıştır. 1850’li yıllarda kalenin tam ortasına devasa bir kilise inşa edilmiştir. Kaleden Tuna’ya doğru aşağılara bakıldığında hemen dikkati çeken yıkık bir minare ise insanı hüzünlendirmektedir.
Bu sefer-i hümâyûn, Macaristan'da Estergon ve İstolni-Belgrad kalelerinin fethi kadar, Türk ordusunun gösterdiği ihtişamla da meşhurdur. 23 Nisan 1543'te Ordu-yı Hümâyûn, Macaristan'a gitmek üzere Edirne'den ayrılırken yapılan geçit resmi ve tören tarihe, Türk heybet ve haşmetinin parlak bir örneği olarak geçmiştir. Osmanlı ordusunun Edirne’den sefere uğurlanışını, rahmetli Yılmaz Öztuna’nın o güzel anlatımıyla, duygulanarak, gururlanarak ve tüylerimiz ürpererek okuyalım:
MUHTEŞEM ORDU SEFERE ÇIKIYOR
“En önde, ordunun su taşıyan saka sınıfına mensup bölükleri ilerliyordu. Bunların ardından, Padişah’a mahsus hazineyi, parayı ve eşyayı taşıyan 2100 katır geliyordu. Bu hayvanlar, 300'erden yedi bölük teşkil edecek şekilde düzenlenmişti. Sonra 900 kişilik bir atlı hassa taburu bunları takip ediyordu. Bu tabur 100 diziden kurulmuştu ve her dizide dokuz atlı vardı. Ordunun bir kısım yiyecek ve cephanesini taşıyan 5400 deve, her dizide altı hayvan bulunmak üzere 900 sıra halindeydi. Bu hecinsüvar levazım tugayını, 1000 kişilik cebeci taburu, 500 kişilik lağımcı (istihkâm) taburu, 400 kişilik arabacı (nakliye) taburu takip ediyordu.
Her birliğin başında, tören üniformalarını giymiş subaylar yer alıyordu. Daha sonra, ordunun ruhu ve esası olan tımarlı sipahi tümenleri geliyordu. Bunlar, Anadolu tımarlıları idi. Rumeli tımarlıları, Sofya'da katılmak üzere bu şehirde toplanmışlardı. Tımarlıların ardından, bütün maiyet halkı ile muhteşem bir kalabalık teşkil eden nişancı (devlet bakanı), baş defterdar (maliye bakanı), Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, nihayet dört vezir at sürüyordu. Her vezirin önünde tuğlar taşıyan üç tuğcu, beylerbeyilerin önünde iki tuğcu, sancak beylerinin önünde ise bir tuğcu görünüyordu. Bu generallerin hemen arkasında, kalabalık bir kurmay subaylar, yaverler ve emir subayları grubu yer alıyordu.
VE YENİÇERİLER
Bunlardan sonra Padişah’ın şahsına bağlı saray birlikleri geliyordu. Hükümdarın şahsî hizmetkârları, sonra "çavuş" ve "kapıcıbaşı" denen ve sayıları 300'ü bulan hassa yaver ve emir subayları ilerliyordu. Bunlar, göz kamaştırıcı üniformalar giymişlerdi; elbiseleri en usta terziler elinden çıkmış ve en değerli kumaşlardan dikilmişti. 12.000 tam kadrolu Türk ağır piyade tümenini teşkil eden Yeniçeriler, ortalar (taburlar) hâlinde yürüyorlardı. Bazı Yeniçeri birlikleri tüfekli, bazıları sadece kılıç, ok ve yaylı idi. Yeniçerileri 7 sırmalı sancak ve 7 tuğ taşıyan 14 sancakdar ve tuğcu izliyor ve hükümdarın şahsına mahsus olan bu "7" sayısı, padişahın yaklaşmakta olduğunu haber veriyordu.
200 kişilik mehter takımı, mehterbaşının başkanlığında, yeri ve göğü inleten havalar çalarak, korkunç denecek derecede muhteşem ve muntazam adımlarla ilerliyordu. Mehterlerin sazları, altın zincirlerle boyunlarına asılmıştı. Daha sonra 400 kişiden ibaret "solak" denen başka bir hassa taburu yer alıyordu. Solakların kılık kıyafeti, bahar güneşi altında pırıl pırıl yanıyordu. Başlarında tavus tüyünden sorguçlar vardı. Yalnız böyle bir birliği geçirmek, o devirde, ancak büyük bir imparatorluğun harcıydı. Artlarından gelen 150 hassa yaveri ve protokol subayının üniformaları ise mücevhere boğulmuştu. Elbiselerinin düğmeleri elmastandı. Geçtikleri yere, gözleri kör eden bir ışık deryası yayılıyordu. Bunların başında "çavuşbaşı" denen Mâbeyn-i Hümâyûn mareşali vardı.

CİHAN PADİŞAHI GÖRÜNÜYOR
Daha sonra, 70 kişiden ibaret "peyk' denen bir hassa takımı geliyordu. Bunlar, 35'i sağda, 35'i solda olmak üzere yürüyor ve aralarında "Cihan Padişahı" Kanunî Sultan Süleyman Han at sürüyordu. Bilhassa yabancılar padişahın mücevherler içinde geçeceğini sanırlarken ilk defa olarak hayal kırıklığına uğruyorlardı. Çünkü hükümdar, sade bir elbise giymişti. Bütün ihtişamı, görülmemiş güzellikteki atındaydı. Bu at, akıl almaz büyüklükte inci, pırlanta ve zümrütler kakılmış koşumlar taşıyordu. 48 yaşına gelen ve 46 yıllık saltanatının 23. yılında bulunan Kanunî’nin yüz ifadesi, asık çehreli denecek kadar ciddî ve vakarlı idi. Hafifçe önüne bakıyor, buna rağmen, bütün ordusuna hâkim bir başkumandan olduğu hemen anlaşılıyordu.
Daha sonra topçu, "azap" denen hafif piyade alayları geçiyordu. Ordunun diğer birlikleri, bitmek tükenmek bilmez diziler hâlinde yürüyüşlerine devam ediyorlardı. O zaman dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Edirne'nin halkı, birbirleri üzerine yığılmış azametli bir kitle hâlinde, fakat dikkat çekici bir sessizlik içinde, ordularını seyrediyorlardı. Yalnız gözlerinden bu manzara ile övündükleri anlaşılıyordu. Alkış ve gösteri yoktu. Atların nal sesleri bile hafifçe duyuluyordu. İşitilen tek şey, Mehterhâne-i Hâkânî'nin cenk havaları idi. Ordunun geçişini izlemek için İstanbul'dan gelmiş olan yabancı diplomat ve tacirleri en çok şaşırtan, bu mutlak sessizlikti. Avrupa ordularının kulakları sağır eden gürültülerine alışan yabancılar, Türk ordusunun ve milletinin sükûneti karşısında, başka bir âleme geçmiş gibi oluyorlardı.”
Cenabı Hak bütün Selçuklu ve Osmanlı sultanlarına, şehitlerimize ve gazilerimize rahmet eylesin.