Batılıların aklına "Osmanlılar" denince hemen "Harem" gelir. Batılılar Harem kelimesini duyduğunda akıllarına ilk gelen, Padişahların günlerini yarı çıplak yüzlerce kadın arasında, ambar kokuları ve havuz esintilerinden oluşan bir ortamda, akla gelen her tür fantezinin yaşandığı, sekse aç, kıskanç ve efendilerini memnun etmek için hep hazırda bekleyen kadınlar ve onların gizlilik içinde geçen dünyalarıdır. Bu tanım ve bakış açısı yanlış bir tanım ve de yanlış bakış açısıdır. Aslında Harem, girilmesi yasak yer anlamına gelir. Genellikle, ev reisinin kadınları, cariyeleri ve çocuklarıyla yaşadığı yer demektir. Osmanlı Sarayı’ndaki haremin reisi de tahtta oturan padişahtı. Haremin asıl adı "Darüssaade", yani "Mutluluk Evi’dir.” Ancak, "Harem" deyimi daha yaygın olarak kullanılmıştır. Harem kelimesi, "Haram"dan gelmektedir.

Harem'in yöneticisi ne sultanın kendisi ne de onun eşidir. Haremin tek idarecisi Valide Sultan, yani sultanın annesidir. Hal böyle olunca en kişisel varlıkları olan hanımlarını annelerine, yani onun denetimine teslim ediyorlar. Valide Sultanın sadece Harem'de değil imparatorluğun her karış toprağı üzerinde akıl almaz bir gücü vardır.

Batı dünyasında Roxelana olarak tanınan Rus asılı köle "Hürrem Sultan’ın” eriştiği güç ve etki iyi bir örnektir.  Sultanların en hoşuna giden cariyelere "İkbal" denir ve zaman zaman yataklarına alarak adeta onları onurlandırır ve servete boğardı. Bir erkek çocuğun doğumu ve sultanın bu ikbale ilgisinin devamında ise şanslı olarak anılır ve evli olmasa bile eşit haklara sahip olurdu. Haremdeki kadınlar arasında hiyerarşik bir düzen vardı. Saraya cariye olarak giren bir kız, padişahın yatağından geçtikten sonra "Odalık" olurdu. Daha sonra, eğer çocuk doğurursa "İkbal" ve "Kadın Efendi" derecelerine yükselirdi. İlk erkek çocuğu doğuran da "Başkadın" seçilirdi.

En zengin hareme sahip olan III. Murat’tır. Haremi ona 103 çocuk doğurmuş, ölümünde ise geriye sadece 20 oğlu ve 27 kızı kalmıştır. En büyük oğlu III. Mehmet 7 hamile kadın ve 19 kardeşini öldürtmüştür.

Haremin içinde bir ordu gibi çoğunluğu oluşturanlar daima cariyelerdi. Bunlar padişahın kölesi sayılırlar ve mal olarak değerlendirilirlerdi. İlk zamanlarda, cariyeler, halkın söylemiyle “gonca güller”  savaşlarda elde edilen ganimet arasında saraya getirildi. İmparatorluğun genişleme devrinde çok esir alındığı için, bunların güzelleri hareme seçilir, diğerleri satılırdı. Bu arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kölelere öncelik tanınırdı. Kafkasyalı kızlar, Osmanlı Beyliği'nin kuruluşundan beri padişahlar tarafından beğenilir olmuştu.

İstanbul'daki en işlek esir pazarı Kapalıçarşı'nın hemen dışında, Nur-u Osmaniye'den Çemberlitaş'a giden yol üstündeki tek katlı, ortası avlulu bir handı. Fakat Kapalıçarşı içinde de insan alım satımı yapılırdı. Daha sonraki yıllarda esir ve cariye satışları Fatih’teki “Avrat (Avret) Pazarı’nda” yapılmıştır.

Cariyeler, ilk zamanlarda savaş ganimeti olarak alınırdı. Genişleme zamanında ise, devamlı olarak ele geçirilen ülkelerden toparlanıp, getirilen küçük kızlar ve kadınlar sayıca çok olduğundan, padişahlar bunların güzellerini harem için saklamışlar, geriye kalanları da satmışlar ya da paşalara armağan olarak vermişlerdi

Osmanlı hanedanında sultan unvanına sahip kızlarla evlenen damatlar, başka kadınlarla evlenemezler, cariyelerle düşüp kalkmazlardı. Sultanın sözünden bir santim ayrılmazlardı. I. Ahmet'in kızı, yaşlı Fatma Sultan ile evlenen daha yaşlı Melek Ahmet Paşa, gerdek gecesinde Sultan "otur!" demediğinden sabaha kadar ayakta beklemişti. İyi huylu olsun, geçimsiz olsun, damat bunlara katlanmak zorundaydı. Damat, saray veya konaklara bir içgüveysi gibi girer, bir çeşit sığıntı gibi yaşardı. Karısını boşama hakkı yoktu. Ama Sultan kocasını beğenmezse ya da geçinemezse hükümdardan izin alarak onu boşardı. Hükümdar da damada çok kızarsa onu damatlıktan attığı olurdu.

Harem bir çeşit okuldu. Burada cariyeler yetiştiriliyor ve vezire veya Anadolu'ya tayin edilen valilere eş olarak veriliyordu. Böylece saraya bağlı olarak bir çeşit “entelijans” servisi kurulmuştu. Dolayısıyla, her zaman her şeyden haberdar olunuyordu."

Haremin en önemli hizmetlileri hadımlardı. Hadım edilmelerinden dolayı halkın söylemiyle “budanmış ağaçlardı. Hadım âdeti, binlerce sene öncesine uzanır. Osmanlı sarayındaki beyaz ve zenci ağaların benzerleri Çin'de, Mezopotamya'da, Roma'da, Bizans'ta ve Osmanlı’dan önceki Türk-İslâm devletlerinde de vardı. Hatta XIX. Yüzyıla kadar, Avrupa'daki bazı kilise korolarında seslerinin kalınlaşmaması ve ince kalması için hadım edilmiş "Kastrat" denen erkekler de bulunurdu.

Karaağalar, XVI. Yüzyılın sonunda itibaren sarayda çok güçlendiler. III. Murat’ın Mekke ve Medine'deki vakıfların idaresini de bu ağalara vermesi üzerine güçleri daha da arttı ve bazı ağalar, bazen sadrazamın tayininde yahut azlinde bile tek söz sahibi oldular. Hadımlardan, Osmanlı tarihi boyunca çok sayıda devlet adamı da çıktı. Meselâ, Atik Ali Paşa, Hadım Sinan Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Hadım Hasan Paşa gibi veziriazamlar, yani o zamanın başbakanları, o mevkiye yükselmeyi başarmış beyaz hadım ağalarıydılar.

Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdâbı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere verilirdi.

Osmanlı Devleti’nde; Kızlar Ağası, Harem Ağası ya da Darüssaade Ağası haremden sorumlu olan yüksek düzeydeki görevliye verilen isimdi. Kızlar Ağası padişah ve sadrazamdan sonra Osmanlı Devleti’nin 3. ve en yüksek görevlisiydi. Sarayın, hadım edilmiş siyah ırktan olan erkek köleleri arasından seçilirdi.        

Haremağalarının çoğu Habeşistanlıdır. Savaşlar ve kabileler arasındaki mücadeleler, haremağaları kaynağı olmuştur. Bu kavgalarda galip gelenler, mağlup tarafın soyunun üreme olanaklarını ortadan kaldırmak amacıyla husye ve organlarını keserlerdi. Kız çocuklara dokunulmazdı. Bu hareketin amacının düşman veya rakip kabilenin soyunu ortadan kaldırmak olduğu söylenir. Diğer taraftan, bu kabilelerde, öldürülen düşmanların husye ve organlarını nişan hediyesi olarak takdim gibi garip bir gelenek bulunduğunu da kaydedelim. Bu takdimde, üreme organı ne kadar çok ise, hediyenin değeri ve takdim edenin itibarı o derece yüksek olur.

Padişahların kadınları, sadece cariyeler arasından seçilirdi ve nikâh da söz konusu değildi. Bir iki padişah dışında cariyelerle nikâh yapan yoktu. Padişah kız kardeşlerinin en önemli işi cariye satın alıp yetiştirerek padişaha hediye etmekti.

Padişahın kadını, çocuklarının da anası da olsa, köken olarak bir hiçti, bir cariye bir köleydi. Cariyeler asla dışarı çıkamazlardı. Güneşi bile göremezdi.

Padişahın kızlarına “Sultan” denirdi. Ama öyle de olsa onlar da bir hiçti ve daima kul yöneticilerle; daha beşikten bebekken aksakallı vezirlere nikâhlanmıştı.

Hareme hadım edilmiş zencilerden başka erkek giremezdi.

Sarayda hadımlar Kara ve Akağalar’dan oluşuyordu. Akağalar yani Macarlardan, Almanlar’dan, Slavlar’dan esir alınan ve hadım edilen beyazlardı. Kızlar Ağası da beyazdı. Ancak beyaz hadımların dayanaksız olduğu düşünülüyordu. Çoğu hadım edildikten sonra ölüyordu. Karaağalar Habeş yani Afrikalı zencilerdi. Hem dayanıklı hem ucuz hem de daha dayanıklıydı. Son Akağa 1582 yılında III. Murat tarafından görevinden alındı yerine Habeş Mehmet Ağa getirildi.

Tahsin Nejat Ağa bakın hadım olmayı nasıl anlatıyor. “Beni bir meydana götürdüler, iki ayağımı iplerle iki direğe bağladılar. Ağzımı bir bezle iyice tıkadılar. O anda ben ömrümün en korkunç acısını sesimi çıkarmadan, haykıramadan çektim. Kangren olmaması için o taze yaranın üzerine döktükleri kızgın yağın acısıyla nasıl çıldırmadığıma şaşıyorum” demiştir.

Kimi hadımlardan kesilen organın sonradan oluştuğu geliştiği de görülmüştür, bu nedenle bazı hadımların cariyelerle aşk yaşadığı tespit edilmiştir.

II. Mahmut döneminde cinsel organı gelişen ve cariyelerle aşk yaşayan üç ağa 50 kuruş aylıkla saraydan uzaklaştırılmıştır. Hadımların cinsel organlarının kesilmesi yeterli görülmediği için genellikle zenci ve çirkin olmalarına dikkat edilmiştir.

Cariyelere verilen adlar genellikle Farsçadır: Hoşnevâ (güzel sesli), Handerûy (güler yüzlü), Lâligül (gül dudaklı), Ebrûnigâr (kalem kaşlı), Şevkiyâr (coşkulu sevgili) gibi. Bu adlar herkes tarafından kolaylıkla bilinsin diye, ilk zamanlarda bir kâğıda yazılıp cariyenin göğsüne iliştirilirdi. Aileleri tarafından gönüllü olarak cariye olması için verilenler de vardı.

Cariyelerin bir kısmı da şehzâdelere sunulurdu. Bunlar için çocuk yapma yasağı vardı ve bu yüzden kimi dönemlerde şehzadelere sunulan cariyelerin yumurtalıkları ve rahimleri alınırdı. Bu yasağı sadece I. Abdülhamit delmiştir. Çocuk doğunca saray dışında büyütmüştü.

Cezalandırılan cariyelerin ayağına taş bağlanır ve denize atılırdı.

III. Murat döneminde cariye sayısı 500’ü geçmişti. III. Mehmet döneminde 700, Abdülmecit döneminde 688, Abdülaziz döneminde ise 809 cariyeye sahipti.

İslâm fıkıhı gereği hizmet cariyeleri, kalfa ve ustalar için cariyelik süresi ise 9 yıl idi ve süreyi dolduranlara özgürlüklerine kavuşma kâğıdı olan “ITIKNAME” verilirdi. Bunlar Itıkname’yi bir muska içinde göğüslerinde saklar, öldüklerinde bununla gömülürlerdi.  Harem 1909’da kapatılmıştır

Son söz olarak: Harem getirilen cariyeler harem de ve çoğu Enderun’da eğitim alırdı. Padişahın “Odalık” seçtiği ve “çocuk doğurunca “İkbal” olan sonra da “Kadın Efendi” olan kadınlar, padişahları etkileyerek devlet yönetiminde etkin olmuşlardır. Hürrem Sultan, Kösem Sultan, Hatice Turhan Sultan en çok bilinenlerdendir. Yine köle veya esir olarak Saray Harem’in getirilenler hadım edilerek eğitimleri sonrasında, devlet yönetiminde görevlendirirlerdi. Hatta hadımlar devlet yönetiminde yüksek makamlardan olan sadrazamlık ve ordu komutanlığı görevine getiriler az değildir.  Bu iki grubu halk alaycı, ama nezaketli ve çekingen söylemiyle “Harem’in budanmış ağaçları ve gonca gülleri” benzetmesiyle dillendirmişlerdir. Ama gerçek şudur ki; Osmanlı’da hadımlar ve cariyeler hakimiyeti gereceği asla göz ardı edilmez!