Ve unutmayın: Bazı ruhlar evvelden birbirine aşinadır.
Spirütüel bir farkındalıkla yaşamaya başladığımdan beri kendime sıkça şu soruyu soruyorum: İnsanı, sadece insan olduğu için sevebiliyor muyuz?
Cinsiyetine, rengine, inancına ya da diline bakmadan; ruhunu görebiliyor, kalbini duyabiliyor muyuz?
Ne yazık ki cevap çoğu zaman hayır oluyor. Çünkü bizler, çoğunlukla toplumun, ailenin, geleneğin bilinçaltımıza işlediği ayrımcı kodlarla büyüyoruz. Küçük yaşlardan itibaren bize öğretilenler, bizden olanı yüceltirken, farklı olana mesafeyle bakmayı normalleştiriyor. Oysa insanın insanla kurduğu en gerçek bağ, ne görünüşle ne kimlikle ilgilidir. Gerçek bağ, ruhların tanışıklığında gizlidir. Bu noktada Mevlânâ’nın o derin ve zamanlar üstü sözü geliyor aklıma;
“Bazı ruhlar evvelden birbirine aşinadır.”
Bu dünyada ilk kez tanıştığımızı sandığımız bazı insanlara neden hemen ısındığımızı, onları sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissettiğimizi hiç düşündünüz mü? İşte Mevlânâ, bunun cevabını asırlar öncesinden veriyor. Çünkü bazı ruhlar, henüz bedenlenmeden önce tanışmış, aynı hakikate şahitlik etmiş olabilir. Ve bu ezelî tanışıklık, dünya sahnesinde karşılaştıklarında kendini derin bir yakınlık hissiyle gösterir.
Bazen bir bakış, yılların dostluğunu taşır. Bazen kısa bir sohbet, tarifsiz bir aşinalık hissi bırakır. İşte bu, ruhların birbirini tanımasıdır. Ruh, kendine aşina olanı unutmaz. Ve o tanışıklık, ne kimlikle ne statüyle açıklanabilir. Bu yüzden diyorum ki: İnsanları etiketlerine göre değil, ruhlarına göre tanımayı öğrenmeliyiz. Beden geçicidir, ten yaşlanır, kelimeler susar. Ama ruh kalır. Ruh tanır. Ruh sever. Bu dünya, gelip geçici bir konaktır. Kimseye kalmaz. Ne unvanlar, ne servetler, ne de sınırlar... Geriye sadece yaşadıklarımız, hissettirdiklerimiz ve sevme biçimimiz kalır.
Ve en çok da kimi hangi gözle gördüğümüz… O nedenle, Ruhları sevin. Çünkü bazen bir yabancı, ruhunuzun çok eski bir dostudur. Ve belki de bu hayat, sadece onları yeniden hatırlamak içindir.