Laik hukuk, her tür inanç ve dinden bireylerden oluşan toplumda uygulanan, tekil hukuk sistemidir. Bu “tek(il) hukukluluk”

Laik hukuk, her tür inanç ve dinden bireylerden oluşan toplumda uygulanan, tekil hukuk sistemidir. Bu “tek(il) hukukluluk” durumu da ulus-devletlerin doğası gereğidir. Atatürk’ün “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımladığı “ulus” olmanın, “ulus bilinci”ni egemen kılmanın dolayısıyla da ulusal egemenliğin gereğidir. 

Bu bağlamda “tek hukukluluk” demek olan “laik hukuk”un olmadığı noktada “çok hukukluluk”, yani her dine ve her inanca bağlı kesimlere ayrı ayrı hukuk kuralları oluşturmak durumunda kalınır. Bu durum, başlı başına ulus bütünlüğünün bölünmesi ve ayrıştırılması sürecine bir basamak işlevi görmekte, “ümmet” algısıyla yönlen(diril)en kalabalıkların oluşmasını sağlamaktadır.

“Çok hukuklu”, “çok kültürlü”, bölünmüş, ayrıştırılmış toplulukların oluştuğu, oluşturulduğu bir yapıda, “ulus” merkezli değil, “din-inanç” merkezli bakıldığı için “milliyetçilik” düşüncesinin köküne kibrit suyu çakılacaktır, böylesi bir yapıda da “ulusal egemenlik” kavramından söz etmek, söz eden için ahmaklıktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Tıpkı Büyük Önder’in Medeni Kanun’un gerekçesinde belirttiği gibi;

Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve ulusun gereksinimlerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler açıklarlar. Yaşam yürür, gereksinimler hızla değişir. Dine dayalı kanunlar, değer içermezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak kalması, çağımız uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın ayırmaçlarından biridir.

Özünü dinden alan kanunlar uygulandıkları toplumları, indirildikleri çağlara bağlarlar ve ilerlemeyi önleyen önemli etki ve nedenler arasında bulunurlar. Bu amaçla hazırlanan Türk Medeni Kanunu, uygar uluslar arasında en kusursuz ve halkçı olan İsviçre Medeni Kanunu’ndan alınmıştır: Türk yenilenme tarihi tanık tutularak denilebilir ki, Türk ulusu bu çağın gereksinimlerine uygun olarak meydana getirilen usa uygun yeniliklerden hiç birisine karşı çıkmamıştır.

Çağdaş devletler, dini dünyadan ayırmakla, insanlığı, tarihin en kanlı girişimlerinden kurtarmış, dine gerçek ve devamlı bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli etnik grupları kapsayan devletlerde tek bir yasanın bütün toplulukta uygulanma alanı bulabilmesi için, bunun din ile ilişkisinin bulunmaması, ulusal egemenlik için zorunluluktur. Çünkü yasalar dine dayalı olursa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda olan devlette, muhtelif dinlere bağlı vatandaşlar için ayrı ayrı yasalar yapmak gerekir. Bu hal, çağdaş devlette esas olan; politik, sosyal, ulusal birliğe tamamen karşıt olur… Din, Devlet nazarında; vicdanlarda kaldıkça saygındır ve güvencededir.(7)

Bağlı olduğu siyasi yapı içerisinde yer yer çok sert tepkilerle karşılaşsa da bizim düşünce evrenimizin durulaşmasında önemli katkıları olan Necdet Sevinç, “laik hukuk”u egemen kılıp “ulusal egemenlik” kavramını yaşama geçirenlerin değerini ortaya koyduktan sonra “laik hukuk”u yıkıp “ümmet” algısıyla kalabalıkları yönlendirmeyi amaçlayanların gemi hepten azıya aldıklarında olacak olanları kendi sert biçemiyle, yine 2002 yılında yazdığı bir yazıda şöyle anlatmıştır;

Her imparatorluğun bir anavatanı olduğu halde, esefle kaydediyoruz ki 1453’ten, yeni imparatorluk sürecinin başlangıç tarihinden itibaren, dönme-devşirme enderun iktidarında pekişen Osmanlı idaresinin anavatan olarak kabul ettiği bir coğrafya parçası olmamıştır. Hatta Namık Kemal’e kadar Osmanlı metinlerinde vatan kelimesine dahi rastlanmaz! Vatanın adı mülk, milletin adı millet-i İbrahim, halkın adı reayadır!

İşte 19 Mayıs 1919’da başlayıp 29 Ekim 1923’te tamamlanan süreçte halk reaya ve kul olmaktan kurtarılmış, bu coğrafyada yaşayan toplumun şerefli adı da binlerce yıl sonra kendisine iade edilmiştir: Türk Milleti!

Ve Anadolu coğrafyasında mukaddes Türk millî devleti, yani Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti’nin diline, kültürüne, tarihine, örfüne, hukukuna özetle tüm mukaddesatına sahip çıkmış, bu asil milleti ümmet politikaları içinde eriyip yok olmaktan kurtarmıştır.(…)

Fakat son zamanlarda Türkiye’yi yeniden ümmet toplumu haline getirmek isteyenler çıkmıştır ortaya.

Büyük Türk Milleti’nin asil ismini kapanası ağızlarına almaya dahi tenezzül etmeyenler çıkmıştır! Atatürk’ün ‘ Ne mutlu Türk’üm diyene’ vecizesini ‘ırkçı tahrik’ olarak kabul edip, bir tek Türk bayrağının dahi dalgalanmadığı salonda İran elçisinin elini öpmek için sıraya giren meczuplarla, eşkıya reisinin kardeşini kutsamak için tepişen haydutlar ortaya çıkmıştır.

Şimdi bu meczuplar ve haydutlar, bütün millî mukaddesatımızı ‘bayrak-mayrak’ diye küçümseyen bir suratsızla, Türk Milleti’ne duyduğu kini ‘ Türk olmaktan Allah’a sığınırım’ cümlesiyle kusan bir sipariş genel başkanla birlikte, utanmadan sizden yetki isteyeceklerdir. Unutmayınız ki bu yetkinin verilmesi Türk egemenliğinin devşirme çocuklarına devredilmesi demektir.(1)

(1) Cumhuriyet ve Millî Egemenlik, Necdet Sevinç, Yeniçağ, 29-10-2002