''Kederin en büyüğüdür, mutlu zamanları hatırlamak ıstırabın içinde.'' diyor Dante Alighieri, İlahi Komedya’da.

''Kederin en büyüğüdür, mutlu zamanları hatırlamak ıstırabın içinde.'' diyor Dante Alighieri, İlahi Komedya’da.



Evin içindeki, kişilik kazanmış eşyalarımla, beynimin derinliklerinde koşuşturan muhayyel varlıklarla, E 87 karayolundan geçip bilinmeyen ülkelere doğru giden bütün kamyonlarla, gece yarılarına kadar bağırıp çağıran, kavga eden kedilerle, köpeklerle, anlamsız kederlerimle, ucu açık ıstıraplarımla, ansızın hatırlayıverdiğim mutlu zamanlarımla ve bütün benliğimle yapayalnızdım.



Diğer odaların kapılarını hırsızdan korur gibi sıkı sıkıya kapatmıştım. Yatak odasından gerekli kıyafetleri aldıktan sonra onun kapısını da mıh gibi kilitlemiştim.



Salondaki çekyatların üstüne örtüler sermiş, ev sahibi kızar diyerek duvara monte ettirmediğim plazma televizyonun üzerine de naylonunu itinayla örtmüştüm. Salonu geniş iki artı bir evin, sadece küçük odasını kullanıyordum. Tam bir çağdaş(!) dünyalı örneği…



Yalnızlığın vermiş olduğu uyuşukluk beni sersemletirdi. Sert bir yastığa uzanıp saatlerce küçük televizyonu seyrettiğim için başımın arka kısmına onulmaz ağrılar toplanırdı. Denediğim çeşit çeşit ağrı kesiciler fayda etmezdi ve bünyemi kumanda etme gücüm giderek azalırdı.



Millet sıkıntıdan tırnak yer, saçının kâhküllerini çekiştirip durur, ben ise kaşlarımı yolardım. Yoldukça onlarda bana muhalefet ederler, pahal gibi daha aşırı ve gür çıkarlardı.



Kalkıp bir şeyler hazırlayıp yemek yeme mecalini bile bulamazdım bedenimde. Elim ayağım silkinir, iler tutar yerim olmazdı çünkü.



Elden ayaktan düşünce, kapılara, yollara bakmanın, ayak sesi dinleyip bir bardak su verecek, bir tas çorba pişirecek bir el aramanın da tam manasıyla bu olduğunu aklımın bir tarafıyla anlardım.



Her şeyi dördül düzen olan bir insanın muhtaç duruma düşmesi de an meselesiydi. Çünkü keskin felaketler insan hayatında hep pusuda bekliyordu. Bunları da az çok tahmin ediyordum.



Bir gün yerin altına girip mezarda da buna benzer bir ıssızlık olacağı kanaatine varıyordum sonra. Ama orada her şey bu kadar net olur muydu ve biz bir şeylerin farkına varır mıydık onu bilemeyeceğim.



Yine bildiğim tek şey orada da sessizlik çın çın çınlayacaktı. Zaten, mezarlarında yatan tüm insanlar da bir başlarına ve kimsesiz değil miydi? Hatta üst üste gömülenler bile...



***



İşin enteresan yanı benimle birlikte istisnasız evdeki bütün materyaller de yolun sonuna gelmişti ve kimsesizdi.



Öyle ki toplayıp durmaktan nefret ettiğim eşyalar, kıyafetler, biblolar kafasına göre takılır, evin içinde evinsiz evinsiz dolaşırlardı.



Bir çorap bakmışsın mutfağa gitmiş olurdu. Bir çatal en son olması gereken yerden, televizyonun arkasından çıkardı.



Yeni aldığım ve yataklıkta durması gereken yeşil valiz de, yattığım yerin hemen yanı başında belirirdi. Valiz oraya hangi ara gelmişti, ben o an ne yapıyordum? Gerçekten bilmiyordum.



Yalnızlığın kendi kendine konuşma boyutu vardı birde.



Ben de uzun ince boy aynamın karşısına geçip gündüz herhangi bir yerde kafamı bozan birisine, apartmana girerken önümden çekilmeyen şahsiyete, önüne gelenle kavga eden eski şarkıcıya, dakikalarca, sanki karşımda o varmış gibi, söylenirdim.



Ne zamandır uğraştığım bir kornişi yerine taktığımda, günlerdir çalışmayan bir arabayı tamir etmiş maharetli bir usta gibi sevinç gösterisinde bulunurdum.



Böyle zamanlarda rüzgârın uğultusu daha çok fark edilir ve eziyet verirdi. Sobanın yakılmasına epey zaman vardı.



Bacanın etrafını çuvallarla, gazetelerle sarıp sarmaladığım ve sesi tamamen kestiğimde de komşuların duyacağını önemsemeden avazımın çıktığı kadar, histerik içinde bağırırdım.



Ben de haklıydım. Uğultu gece yarısına doğru doruk noktasına ulaştığında, zar zor ikna ettiğim uykum bir çırpıda yataktan çekip gidiyordu.



Sözlerimi nihayete erdirirken şimdi kalkıp “İnsan yalnız doğar ve yalnız ölür!” gibi klişe bir laf etmek istemem ama bu cümlenin ihtiva ettiği anlamı kavrayacak kadar ayrımındaydım işin...



Ve kederin en büyüğüydü, mutlu zamanları hatırlamak, ıstırabın ve yalnızlığın içinde…



Ve kederin en büyüğüydü, hayatının en mutlu anlarının ‘eski zamanlar’ olduğunu, kimsesiz bir evin içinde, vakit gece yarısını çoktan geçtikten sonra farkına varmak…



Fatih ALTINBEYAZ