11 Mart 2020, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca televizyona çıktı ve ülkemizde ilk Covid-19 vakasının göründüğünü söyledi. İşte bir yılı aşkındır gördüğümüz kabus böyle başladı. O güne kadar televizyonda birçok bakan, başkan, siyaset adamı çıkıp konuşma yapmıştı. Aşina yüzler, tanıdık sesler, benzer konuları dinlemeye alışmıştık. Çoğumuz ilk defa o gün sağlık bakanıyla tanıştı. O günden sonra twitter da Sağlık Bakanı Tt olmaya başladı, bir anda takipçi sayısı milyonları buldu. 

Koca hayatlar deviririz, ama bir an gelir sen o hayatın içinde devrilirsin. İşte pandemi kelimesi de 11 Mart 2020 bir Çarşamba akşamı, saliselik bir anda hayatımıza girdi. Geçen hafta DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) dünyada 115 binden fazla sağlık çalışanının bu süreçte hayatını kaybettiğini açıkladı. Şuana kadar Türkiye’de Covid-19 virüsünden ölen kişi sayısı 47.527 oldu. Her akşam yeşil, yatay, dikdörtgen bir tablonun içinde, gittikçe yükselen rakamların arasında, ölümün soğukluğunu hissedip korkuyla yüzleşiyoruz. 

Bir de madalyonun diğer yüzü var; yaşarken ölenler… Her geçen gün kapanan işletmeler, pandemiye yenik düşen cafe ve restaurant sahipleri, pandemi açıklaması yapıldığı günden beri kepenkleri indiren ve hala o kepenkleri açacağı günü umutla bekleyen bar ruhsatlı mekanlar... Simit satabilmek için sokakta bağıran yaşlı bir amcaya, muhabirin bu yaşta neden sokakta olduğunu sorması üzerine yaşlı amca “Ya virüsten öleceğim ya da açlıktan. Ben ikincisini seçtim” cevabını vermesi sanırım Türkiye’nin yaşadığı durumu özetliyor. 

Sanatın ve sanatçının içler acısı halinden söz etmek bile dilimde biriktirdiğim cam kırıklarını en derine saplıyor. Bir çözüm var mı? “Sussam acıtıyor, konuşsam kanatıyor” misali… İlk pandemi haberinden bu yana tiyatro sahneleri perdelerini kapadı. Alkışların yankı yaptığı salonlar sessiz, son yıllarda doldurmaya başladığımız koltuklar boş, üzerinde usta oyuncuların ayak bastığı sahne kimsesiz kaldı. Sanatı yaşatarak var olan birçok oyuncu, yönetmen, yazar her gün eksilerek azalıyor. Sinema, adını artık dijitale bıraktı. Uzunca bir süre daha beyazperdeye hasret kalacağız gibi. Daha geçen hafta işsizlik, açlık yüzünden intihar eden müzisyenlerin sayısı 103’e yükseldi. Açtığımız her akşam bülteninde bir intihar haberiyle karşılaşıyoruz. Çaresiz bir söylemin içinde sesini duyurmaya çalışan, ama duyuramayan, çareyi de ölüm de bulan çok değerli sanatçılar hayatımızdan kayıp gitti.

Ece Üner kitabında, bir gün akşam haberlerine çıkıp “Bu akşam haberler yok” diyebileceğimiz günün umuduna hala inandığını yazmıştı. Ben de hala inanıyorum, ama bu umutlu günün yakın bir zamanda olmayacağını da görüyorum. Aslında her şey ne kadar çok değişkenmiş de biz farkında değilmişiz. Bir cafe de çay içmek, mesai arasında bir dostla iki lak lak etmek, bir konsere gidip avazın çıkana kadar bağırmak, gece saate bakmadan dolaşmak ve en önemlisi de insanlara korkmadan sarılmak ne kadar basitmiş. Bir gün bunların bir lütuf halini alacağını hiçbirimiz bilemezdik.

Bu hafta yeni açılma düzeni açıklandı. Cafeler ve restaurantlar saat 21.00’a kadar açık kalacak, Cumartesi günleri sokağa çıkma yasağı kalktı, bir de kısıtlama saati 22:00’a uzatıldı. Açılamayan her mekan, umudundan vazgeçen her esnaf, intihara sürüklenen her insan yine kanayan bir yara olarak içimize akmaya devam ediyor.