Kimse kimseye kara kaşı kara gözü için iyi ya da kötü duygu beslemiyor. “Bizi zaten sevmiyorlar,  bunlar bize düşman” deyip bu lafın arkasına saklanmak olumsuz, yanlış…

Çünkü taa Ortaçağ’da bile stratejik, teknolojik, o günün koşullarına uygun bilimde gelişebilen, kendi idealleri, halkının refahı doğrultusunda azda olsa yenme şansı olduğunu düşünenler diğer milletlere düşman olmuştur.

Bu aynı zamanda tabiat kanunudur. Üstündür, adı gibi acizin üstüne gidendir…

İnsanın, sömürmek kolayına geliyor. Biraz da hırsına engel olamıyor.

Bir çeşit kumar, milli piyango gibi bedava kaynak…

Ama yaratılış bir ömür boyu çalışma üzerinedir. Ve rahatlayanlar mutlaka gaflete düşer…

Ortaçağ’da Haçlı seferleri başladığında da Avrupalılar güçlü zırhlar yapabilme kabiliyetine ulaşmışlardı. Kılıçlarını daha keskin hale getirebilmişlerdi. Ve bu durumu dinlerini yaymak ve refahlarını artırmak için hızla kullanmak istediler. Bizans imparatorluğunun artık baş etmekte zorlandığı Türkler ile mücadele için Anadolu’ya harekete geçtiler.

O dönemde yaşamış Bizans prensesi ve tarihçi olan Anna Kommene’nin ifadesi ile ‘Haçlıların sayıları kumsaldaki kum tanelerinden, parlaklıkları ile gökteki yıldızlardan daha çok’ idi.

Avrupa’da Papa, fakir halka haçlı ordularına katılmaları ile elde edecekleri ganimetlerden ve işgal edilen topraklardan bedava toprak verileceği vaadinde bulunuyordu. Çok fazla katılım oldu. Gittikleri yerlerde sayıca üstün görünmek ve gözdağı vermek adına yaş sınırına bakılmadı. 50 kiloyu geçen herkes kabul edildi. Başlarında ise bölük bölük Alman, Fransız, İtalyan dükler ve keşişler vardı. Önce İstanbul’a geldiler. Oradan da 1096 Ekim ayında Yalova’ya geçtiler. Hedefleri Anadolu’dan geçerek Antakya ve Kudüs’e ulaşmaktı. Geçerken de Bizans’a destek verilecek ve Anadolu Türkleri yağmalanıp, kılıçtan geçirilecekti.  

Bizans, Türklerin stratejilerini at, ok ve kılıç kullanmadaki ustalıklarını biliyordu. Bu hızla Anadolu’ya geçmenin tehlikeli olduğunu anlattılar. Ama sanki zırhlarının parlaklığı, gözlerini kamaştırmıştı, dinlemediler.

Kılıç Arslan, Anadolu’ya giren 1. Haçlı ordusuna muhteşem stratejiler ile cevap verdi. Ama 20 bin Türkiye Selçuklusuna karşı 200 bin Haçlı ordusunu yenmek çok zordu. Ve yenemediler. Haçlılar Antakya’ya geçebildiler.

Buradan da 15 Temmuz 1099’da Suriye Selçuklu Türklerinden Kudüs’ü aldılar. Ardından Avrupa’dan üç Haçlı ordusu daha geldi. Yüzbinlerce idiler. Ama Türkler bu sefer hazırlıklıydılar. Kılıç Arslan önderliğinde birleştiler. Haçlılar, o ilk özgüven ile ve Türkleri tamamen yok etmek arzusu ile Anadolu’nun içlerinden, hemde İznik’in işgalinin ardından yeni başkent olmuş Konya üzerinden Kudüs’e yürümek istediler. Bu hafife alma canlarına mal olacaktı. Öncelikle yollarda aç, susuz kalmaları sağlandı. Ardından kamp kurdukları alanlarda at üzerinde hızla üzerlerine gelip ok ve mızraklar atıp zayıflatarak, bölünmeleri sağlandı. Bölünen Haçlıların hepsi de kılıçtan geçirildi.

Kılıç Arslan, Haçlılara gereken cevabı vermişti. O Anadolu’da tutunmamızı sağlayan büyük bir komutan oldu.

Aradan geçen 800 yılın sonunda Haçlı ordusu, Emperyalizm adıyla karşımıza çıktı. Amaç aynıydı ama post değişmişti.

Birinci Dünya savaşı ile birlikte borç içindeki Osmanlı işgale başlandı. Padişahın eli kolu bağlanmıştı. O kadar çaresizdik ki İngilizlere 15 yıllığına sömürgeniz olmak istiyoruz denmişti. Ve olan oldu, İstanbul’da işgal edildi. Bir avuç insan Anadolu’ya kaçarak kurtuluş mücadelesi başlattılar. İngiliz basını onlara gülüyordu. Bütün Dünya onlara savaş açmışken bu bir avuç komutan ne yapabilirdi ki!.. “Delirmişler” deyip gülüyorlardı. Evet gerçekten deliydiler. Kimsenin ön göremediğini, yapılacağı düşünülemeyen şeyler yaptılar.

Ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.

Haçlı ya da Emperyalist, adına ne dersen de… Onlara baş eğen, önce zayıflatılır. Ardından saldırılıp el konur.

Tabi ki zayıflatma ekonomi ile başlar. Fabrikalarını bir bir alır. Yüzüne gülerek ‘Sen rahat yaşamana bak, çalışmaya ne gerek var?’ der. Arkandan ise ‘tembellikle avuttukları’ için kıs kıs güler… Sana önceleri bol bol borç para verir. Üretmekten vazgeçirir. Üretici sermayesini, tamamen onların yönettiği, bol bol manipüle edebileceği finansal araçlara yatırım yapması için ortam hazırlanır. Medyada sözde çok kazançlı türev fonların reklamları uçuşur. Faiz piyasaların talebine bir türlü uydurulmaz. Ve bu sayede borsada, dövizde büyük iniş çıkışlara sebep olunur. Bedava kazanç varken neden çok fazla çalışacaksın mesajı kafalara kazılır.

Az üretmeye rağmen çok çok tüketildiğinden sahte büyümeler sağlanır. Böylece yavaşça kaynayan suda piştiğini fark edemezsin. Ne de olsa büyüme büyümedir denir. Taa ki işsizlik coştuğunda, hane halkının alım gücü bittiğinde, durum anlaşılır… O gün geldiğinde kalkınmadan yapılan büyümenin, nasıl sinsi bir tuzak olduğu anlaşılır. Ama artık geç olmuştur.

Ümit mucizelere kalmıştır.

O zaman gelin işi mucizelere bırakmayan, dev bir imparatorluğun ilk adımlarını atan, yedi düvele nam salan, önünde eğilten, kapısında bekleten, kimsenin düşman olmak istemediği Osmanlı İmparatorluğumuzun kurucusu Osman Gaziye kısaca kulak verelim…

Duyduk duymadık demeyin Osman Gazi fermanıdır;

“Ey ahali Tekfura, dokuma aletlerinizi, koyununuzu, davarınızı, toprağınızı satamazsınız. Gücümüzü zayıflatacak, bizi tembel kılacak ve hazıra alıştıracak, onları ise eğitecek, yetiştirecek, büyütecek eylemlerde bulunamazsınız. Tek satabileceğimiz el emeği göz nuru ile dokuduğumuz halı, kumaş, maya tuttuğumuz peynir, yoğurt, ekşimik, topladığımız meyve, sebzedir.”

Çünkü biliyordu ki! Seni sen yapan gücü satan, bir süre sonra kendinden ödün vermek zorunda kalır. Para edecek ne varsa satmak, onun için zorunluluk olmuştur… Artık orada yozlaşma, hırsızlık, ahlaksızlık kolayca ve köşe bucak yayılır.