Eski bayramlar, yeni âdetler… 1977 Yılının Kasım ayı… Kurban Bayram’ına bir hafta var. Evde bir telaş bir telaş. Kurban Bayramı’nın hazırlıkları başlamış bayram temizliği bitmek üzere. Her yer, her yerde hâli. Yıkanmış halılar bahçe duvarlarından indiriliyor, büyükler neredeyse her gün elleri dolu bir şekilde çarşı pazardan geliyorlar. Bayramlıklar alınmış, yıkanmış, ütülenmiş, dolaplara asılmış sabırsızlıkla bekliyorlar bayram sabahını. Benim için kurban demek, kınalı koçların alınıp günler önceden evin kömürlüğünde veya arka bahçedeki ahırda bekletilmesi ve bayram sabahı kurban edilmesiydi.

Neredeyse boyum kadar olan beyaz yünlü, kara gözlü koçların birkaç gün de olsa yanında kalmam, balonları şişirip boynuzlarına bakmam benim için unutulmaz anlardı. Babam o bayram da her zamanki gibi iki tane koç alıp bahçeye getirdi. Neden iki koç alınırdı? Niye “Biri bizim için, bir tanesinin yeri var” derdi rahmetli babam. Çocuk aklımla anlam veremezdim…

Bayrama iki, üç gün kala artık iyiden iyiye alıştığım koçların önüne, kimseler görmeden evden bulabildiğim ne varsa getirip koyardım. Patates, bayat ekmek, domates, karpuz kabuğu, peynir mutfaktan ne bulursam getirip yetirmeye çalışırdım. Her seferinde anneme ve ablama yakalanır bir güzel de azar işitirdim. “Az ver bir iki gün sonra kesecekler, karınları şiş olmaz” derlerdi. Bu söz çocuk aklımla beni çok üzerdi. Alırdı beni bir korku, buruk bir sevinç ve aslında ne olduğunu anlayamadığım bir telaş hali…

Her seferinde birileri çıkıp “Koçları Kurban Bayramı’nda kesiyoruz. İşte bundan dolayı, şundan dolayıdır” diye anlatırdı. Hz. İsmail’i kurban etmemek için kurban kesiyoruz dan tutun da diğer hatıralarda kalan hikayeleri sıralarlardı. Bense neden birkaç günlüğüne misafir ettiğimiz koçların, bayram günü geldiğinde kesip yendiğini veya bir tanesinin bizim olmadığını söylediklerinde koçun ilk önce kesilip babam veya ağabeyim tarafından bir yerlere neden götürüldüğünü anlamaya çalışırdım…

1977 Yılının Kasım ayındaki Kurban Bayramı’nı hiç utmama. Ve ne zaman Kurban Bayramı’nda bir kurbanlık koç görürsem aklıma bütün bu anılarım gelir. O bayramda yine iki tane koç almıştık. Akşamları evin bahçesindeki kömürlüğe, sabahları bahçedeki kavak ağacına bağlayıp önüne yemini ve suyunu veriyordum. Bizim oralarda kış erken geldiğinden, akşamları koçları kömürlüğe koyduğumuzda, ikisinin üzerine de kalın battaniyeleri örter, kömürlüğün kapısını kapatır çıkardık. Babamın aldığı koçların bir tanesi beyaz yünlü, kara gözlü, büyük boynuzları olan irice bir koçtu. Diğeri de ondan geriye kalır yanı olmayan kırmızı yünleri olan rengi bayrak kırmızısını andıran bir koçtu. Babamın “Bizim Koç” dediği beyaz koçla neredeyse an santim daha büyük ve iriydi.

Kırmızı koçu sanki emanetmiş gibi gördüğümden daha nazik davranıp yormuyordum aklımca. Beyaz koçun üzerine çıkıp at gibi koşmasını istesem de her seferinde üzerinden atıp, boynuzlarına bağladığımız ipin bittiği yere kadar koşar, ip gerilince gerisin geriye geri dönüp kavak ağacının gövdesine kadar gelirdi. Arife günü sabahı çok erkenden uyandım. Kömürlükten gelen koçların sesleri, uyuduğum odanın camından duyuluyordu. Giyinip dışarı çıktım. Evin avlusundan kömürlüğe doğru yürürken, arkamda duyduğum bir tıkırtı sesiyle tekrar geriye döndüm. Annem uyanmış, kapıyı açkım arkamdan sesleniyordu “ Aman kömürlüğün pasını açayım deme, sabah sabah kurbanlıklar kaçarca bulamayız!” Evin avlusu ile kömürlük arası elli metre ya var ya yok. Çocuk aklımla, neredeyse hiç ses çıkartmadan tekrar kömürlüğe yürüdüm. Annemin biraz önceki ikazını düşünüp, kömürlüğün kapısını açmaya cesaret edemedim. Gerisin geriye tekrar eve doğru yürüyüp, avlunun önündeki kanepeye uzanıp, koçların meleşmelerini dinledim. Derken ev halkı uyandı. Kurban bayramı namazı, cami önünde bayramlaşmalardan sonra eve geldik.

Kahvaltı yapıldı. Bir yandan kesilecek koçların bendeki üzüntüsü bir yandan annemin aldığı bayramlık kıyafetlerinin sevinci. Evin bahçesinde kurban kesme hazırlıkları başladı. Balonlarla süslenen koçlar nihayet kurban edilecek alana getirildi. Bayramlık kıyafetlerimi bile giymeden kurbanların kesileceği kavak ağacının yanına gelip oturdum. Salavatlar getirildi, dualar okundu ve ilk önce kırmızı koç kurban edildi. Sonra beyaz koç kurban edildi. Her iki koçun etleri ayrı, ayrı yerlere koyulmaya başlandı. Babamın her seferinde aman etler karışmasın sesleri hala kulaklarımdadır. Bir saat sonra etlerin tamamı ayrıştırıldı. Kırmızı koçun etleri dört büyük eski çinko kapaklı kovalara koyuldu. Beyaz koçun etleri yedi büyük parçaya bölündü. Kırmızı koçun etleri arabaya koyuldu ve babam bahçeden ayrılıp gitti. Beyaz koçun etleri komşulara dağıtılmak üzere paylaştırıldı. Öğlene doğru babam geldi, hava sonbaharın son günleri güneş belli belirsiz gök yüzünde. Babam bahçedeki kavak ağacının altındaki sundurmada oturdu. Dışarı çıktım elini öptüm, bayram harçlığımı aldım. Oğlum şükür bu bayramda borcumuzu ödedik dedi. Kalan kurbanlıktan bir öğünlük kavurma yapıldı. Bayramlıklar giyildi, harçlıklar, kabir ziyaretleri, bayramlaşmalar, şeker toplamalar derken akşam oldu. Hep aklımda kırmızı koçun etleri nereye gitti vardı. Ama o gün bunu babama soramadım.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra babamın odasına girdim. Kırmızı koçun etinin nereye gittiğini soracağım çocuk aklımda. Ama terslenirim diye de korkmuyorum değil. Usulca yanına gittim. Baba kırmızı koçun etine ne oldu? Babam gülümsedi yaşın daha küçük sonra anlatırım dedi gülümseyerek. Aldığım cesaretle bir daha aynı soruyu ısrarla sordum. Babam kollarının arasına aldı beni. Biz her bayram iki tane koç veya tosun alırız. Bunun bir tanesi bizim komşularımızın, bir tanesi de yetim yurdundaki çocukların dedi. Pek bir şey anlamasam da, öyle mi demekle yetindim. Merak ediyorsan seni öğlen oraya götüreyim, hem gitmişken onlara hediye alırız dedi. Birkaç saat sonra, babam önce kırtasiyeye sonra da yetim yurduna gittik. O gün kurban kesmenin aslında ne olduğunu, neden kurbanın bizlere görev olduğunu anladım. O gün aslında ne kadar çocuğun, yaşlının, kadının yardıma muhtaç olduğunu anladım…

Yıl 1997, Sonbaharı. Ben; Kurban kesmeyen, et yiyemeyen, belki de her yıl bugünü bekleyen insanların olduğunu çocuk aklımla anlayıp paylaşmanın hiçbir karşılık beklemeden içimize vermiş oluğu huzuru o gün tattım ve her daim bu duyguyu yaşamak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

Yıl 2024 Yazı. Bugün kurban bayramı yaklaşık yarım asır sonra, bugün ki kurban bayramından bir hikaye yazmaya çalışacağım. Hacı dayımın evindeyiz. Telaşın bir gün öncesinden başladığı belli. Birazdan kurban kesimi için bilmem kaçıncı sıra verdikleri belediyenin kurban kesim yerine gidecekler. Dayımdaki telaşı görmenizi isterim. Sanki Afrika’da on tane su kuyusu açtırıyor, sanki onlarca kurban kesip dağıtacak eşe, dosta, fakir fukaraya. Aman, aman! Yengem, bu dayımın elinden ne çekti sormayın. Gelmiş seksen üç yaşına, hâlâ bir telaş, hâlâ her şeyi ben bilirim gerisinin canı cehenneme haller, ben olmadan asla söylemleri…

Tutturdu ben belediye kesim alanına gideceğim diye. Zar zor ikna ettik oturttuk evde.  Almış olduğu bir tane koyun, telaşı deve kesenlerden fazla. Kurbanlığın etleri gelene kadar, kaç defa mutfaktaki derin dondurucunun yanına gitti, kaç defa buzdolabı poşetlerinin, kaç defa bıçakların yanına gitti sayamadım. Neyse ki kapı çaldı. İzmir’den dayımın büyük kızıyla eşi geldiler. Malum hoş geldin, bayramlaşmalar bitti. Dayım başladı damadına sorular sormaya. Maaşın ne kadar oldu, evin taksitleri bitti, bu yılın sonunda dolar ne olur, ekonomi kötü altın nereye çıkar, faizler iner mi bombardıman sorularına. Görseniz dayı ununu eleyip, eleğini asacağına. Mübarek Dow Jones Borsası genel müdürü…

İkinci kez çalan zil imdat freni gibi oldu bizlere. Gelen dayımın oğullarıydı. Kurbanlık sırasını beklemiş, etleri kestirip gelmişlerdi. Dayımın bu süre zarfında, çocuklar nerede kaldı, etleri kesildi mi, bunlar bilmezler keşke ben gitseydim, etlerin başında dursaydım konuşmaları bitmek bilmedi. Dayı oğulları etleri getirdiler. Etler dediğime bakmayın, topu, topu üç tane siyah poşete koyulan yirmi kilo gram bile olmayan etler. Dayımın yerinden zımbalayıp kapıya gitmesi mi dersiniz, mutfağa koyun hem ayıracağız poşetlere koyacağınız demesi mi dersiniz. Hepsi ayrı bir kumpanya…

Dayım, yengem, dayımın büyük kızı mutfakta koca üç saatlerini geçirdiler. Sonunda kara göründü misali büyük bir şuhu içerisinde odaya geldiler. Dayı bu yaşında canını teslim etti edecek şekilde koltuğa yığıldı. Ne oldu dayı dememe kalmadı. Ne olacak kurbanları ayrıştırdık duymadın mı, görmedin mi. Onu demiyorum dayı etleri ne yaptınız. Ne yapacağız poşetleyip derin dondurucunun en mahrem yerlerine sakladık demez mi!

Neden bağışlamıyorsunuz bir yere yada neden dağıtmıyorsunuz dediğimde de, sen kurbanın ne kadar olduğunu biliyor musun dan, bu devirde et mi dağıtılır dan bir sürü anlamı olmayan sözleri ardı ardına sıralayıp, yengeme dönüp Ya Suna bu çocuk kaç yaşına geldi, hala aynı kafa demez mi! Oğlum sen başkalarını düşüneceğine önce kendini düşün, kendini düşün demez mi!...

Dayı evde çocuklar var, torunlar var. Onlara Kurban Bayramı’nı anlat, gelenek görenek, şefkat, merhamet kelimelerinden bir iki cümle bahset te, herkes kurban bayramının ne olduğunu, nasıl yapıldığını anlasın dedim. Varsa yoksa kuzunun eti, derin dondurucunun en mahrem yerleri, bir yıl biz bu eti yeriz hikayelerinden başka ağzından söz duymadım dedim.

Varsa yoksa kuzunun etlerini iyi ettik, hepsini ayrı ayrı porsiyonlara ayırıp, poşetledik sözleri. Allah razı olsun bu derin dondurucuyu çıkartanlardan, iyi oldu aldık bu derin dondurucuyu demeleri.

Ah dayım ah!...

İşte… Eski bayramlar, yeni “adetler. Bayramlar, eski bayramlar ama âdetler eski âdetler mi? Bencilliğin kucağında rahat etmeye çalışanlar, üç dört kira geliri ile bir eli yağda bir eli balda olan dayım. Senin için Kurban bayramı gelse ne, gelmese ne…

Çıkmaya hazırladığımda bile hala ağzından “Oh iyi oldu. Ağzına kadar derin dondurucu doldu hanım”…

Ah dayım ah!...

Derin dondurucuya koyduklarınız, en kısa zamanda gözünüzü doyursun inşallah.

Hepinize iyi bayramlar…