Fotoğraf, hayatımıza ilk kez bir güvercin yuvasının görüntüsüyle girmiş.  Emekli bir subay olan Joseph Nicephore Niepce tarafından bir yaz günü, 1827 yılında çekilmiş. Bu fotoğrafın içinde belki de en görünmeyen, bulanık kalan yer güvercin yuvası ama bu fotoğrafı oluşturan amaç da güvercin yuvası. Aslında hayat gibi, yola çıkarken umduklarımızla yolda bulduklarımız her zaman aynı olmuyor. İşte bu tuhaf olay sayesinde fotoğraf hayatımıza girdi. En güzel anlarımızı resmedip, onları ölümsüzleştiren bizler, yıllar geçtikçe bu buluşu ilerletip, cebimizde taşıyacak kadar güçlendirdik.


   Eskiden fotoğraflar renksizdi, bulanıktı, bazıları lekeliydi ama çok güzel bir yanı vardı; elimizle tutabiliyorduk, hissedebiliyorduk. Teknoloji ilerledikçe artık çoğumuz telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda tutuyoruz resimlerimizi. Elektronik bir araç içinde, amaç değil araç gibi.  Nostalji yıllarından kalma makineler de anında çekip, fotoğrafı sallıyorduk. Hemen elimize alıyorduk. Hoş hala öyle makineler satılıyor. Biz insanlar, önce onu beğenmeyip türlü türlü yenisini çıkarttık. Şimdi de eski dediğimiz o makineleri almak için tonla para ödemek zorunda kalıyoruz. Çünkü eski değil, nostalji diye satılıyor. Ben bu tür maneviyatı yüksek olan aletlerin ticarete dökülmesine ve tüccar ellerinde ucuzlaşmasına karşıyım.


   Bu dünyada hepimiz faniyiz. Doğduk, büyüdük ve öleceğiz. Bu gerçeği bilerek yaşıyoruz. Bizden geriye iz bırakmak için daha çok yazıyoruz, daha çok eser bırakıyoruz, daha çok çalışıyoruz, çocuk yapıyoruz, iyilik yapıyoruz ve bolca fotoğraf çekiyoruz. Eğer kıymetini bilen ellerde eskirse o fotoğraflar, yıllar sonra bile bir kişinin ağzından isminiz dökülüyor. Bunu bilerek fotoğraf çekmek çok güzel bir duygu.  Hayata karşı kullandığımız en güçlü silahımız anılar bırakmaktır. Güzel anılar, yüzünde gülümseme ile hatırlanacak anılar, yıllar geçse bile üzerinden atlanmayacak anılar.  Madem artık, geçirdiğimiz zamanları ölümsüzleştirmek kolay, her zaman bunu bilerek kamerayı elimize alalım.


    Yıllar çok çabuk geçiyor. Çocuktum büyüdüm, hamdım piştim, dün başladım bugün bitirdim noktasına geldik. Her şeyi o kadar çabuk tüketiyoruz ki, ne harcadığımız zamandan ne de yaptığımız işten keyif alamıyoruz. Aynı televizyon başındayken zaman öldürmek gibi, yemek yaparken telefonla oynamak gibi, manzarası çok güzel bir yere gittiğinde konuşarak o anın kıymetini bilmemek gibi. Anı, o anın içinde yaşayamıyoruz. Bazı insanlar sadece yaşamak yerine, tabiatın güzelliğini çekip çekip sildiği fotoğraflarla öldürüyor. Siz de fotoğraf çekin, hatta çok çekin ama yaşadığınız zamanın içinde kalarak çekin. Yıllar sonra fotoğrafınıza baktığınızda, hafızanızdan silinmiş olmasın. Daha dün gibiydi derler ya, işte o güzel hatıraların yaşandığı, dün gibi saklı anılar olsun. Hayat dünlerin toplamı, bugünün birleşmesidir. Zamanın buhar olup görünmediği bir dünyanın içinde, her anın hatırlanmak için elimizde olması bir mucize ve biz insanlar mucizeleri çabuk unutup hemen kaybetmeye çok alışığız. Mucizelere sahip çıkalım, çünkü onlar mucize, şans değil. Tekrarı da olmayabilir.


   Not: Zamanın en acımadığı şey bedenimizdir. Gençlikle yaşlılık arasında bir ömür var sanırız. Oysa bazı ömürler bir saatten çabuk biter. Yüzümdeki kırışıklar arttı, sivilcelerim çoğaldı, artık eskisi kadar güzel çıkmıyorum diye resimlere küsmeyin. Çocukluğun kıymeti gençliğin özünde, gençliğin kıymeti yaşlılığın elinde, yaşlılığın kıymeti de bir avuç toprağa teslim olduğunda anlaşılır.  Geç kalmayın!