Bazı kelimeler çok şey anlatır; söylendikleri anda bile birçok çağrışıma yol açarlar ki ‘acı’ da onlardan biridir. Ama acı, sevgi, yalnızlık

Bazı kelimeler çok şey anlatır; söylendikleri anda bile birçok çağrışıma yol açarlar ki ‘acı’ da onlardan biridir. Ama acı, sevgi, yalnızlık, umut, aşk, özlem ve ölüm gibi ömür hissemizden epey bir pay almış hissedar hislerdendir. İstatistiklerle konuşmayı severim biraz. Hakikaten de bir borsa kağıdı gibi hayatımız hislere açılmışsa acaba bu hislerden hangileri ömür sermayemizde yüzde kaç paya sahiptir? Misal sevgi, hasret, umut, aşk, yalnızlık ve ölüm ve bunların yanında tabii acının ne kadar payı var? Elbette bu, insandan insana değişecektir fakat hayatlarından ziyadesiyle memnun -bunlara şanslı azınlık demek ne ölçüde doğru? Çünkü acı, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet yahut anlam katar- bir kesimi çıkarırsak şu arz üzerinde yaşayan 8 milyara yakın -Ne kadar fazla değil mi? Zavallı Dünya!- insanın hatırı sayılır bir yekununun hisler borsasında acının lot payı çok çok fazla. O zaman demek ki farkına varmadan ve elbet istemeden sermayemizi acıya yüklüyoruz ki, kediye yüklemekten daha iyidir. Bunun yanında bazı his lotlarını, değerlenip değerlenmeyeceğine bakmaksızın elden çabucak çıkarmaya bakıyoruz. Örneğin yalnızlığı işte.
Aslında hisler borsasında lot değeri en yüksek histir yalnızlık. Bir lotu sevgi, umut ve aşk pahasına eşittir neredeyse. Bu hissin bu denli pahalı olmasının nedeni, tabii ki katlanılmaz, ağır, ağdalı bir duygu oluşundandır; yani Gulyabani gibi bir şey, konuşmayı çok seven bir kadının karşısında ağzını dahi açmaya üşenen koca kadar can sıkıcıdır. Hep kış mevsimi kadar soğuk, kurşuni ve ürpertici olsa hatta kapıdan giremeyecek kadar büyük olsa da karanlıktan doğmuş bu his, hayatınıza girdiği anda dünyanız değişmeye başlar. Bu, tamamen yalnızlığa mahsus bir mahalde gene yalnızlığa mahsus bir haldir. Fakat yalnızlığın insanı değiştirmesi öyle birdenbire olmaz. Öyle sessiz, hiç gitmiyor gibi hareket eden bir tren misali değiştirmeye daha doğrusu dönüştürmeye başlar. Bu duygu, kişiyi yıkıp yeniden inşa eder ve bu inşa süreci zamanla o kadar derinlere ulaşır ki ne şüphe, ruh bile nasibini alır bu yıkımdan. Ancak burada kesin olan bir şey var: Şayet kişi yalnızlığın nereden -bana sorarsanız yerin olduğu kadar göğün derinliklerinden de- getirdiğini asla bilemeyeceği malzemeleri kullanıp inşa ettiği bu sürece -kesintisiz en az dört sene yahut nadiren kesintili altı sene- dayanabilir ise sonunda yeni bir ben’le vücut bulur ve Anka misali küllerinden yeniden doğar. Ha, belirteyim derhal: Şayet yalnızlıkla yaşamaya niyetlendiyseniz öyle yüksek sesle müzik dinlemek, geberene dek başıboş gezmek, hep lokantalarda yemek içmek vs. gibi güzellikleri(!) hayatınızdan çıkaracaksınız. Yoksa ne mi olur? Ürker, kaçıp gider yalnızlık; ürker çünkü o en çok içimizdeki hayvana benzer…
Haftanın kitabı: Öykücülüğümüze yeni bir soluk getirdiği tartışmasız Sait Faik’in YKY’den Lüzumsuz Adam’ı hiç fena olmaz. Bilhassa lüzumsuz hissettiğiniz vakitlerde okumanızı salık veririm değerli okurlarım.