2005 yılıydı. İstanbul’da, çok sevdiğim ilçelerden biri olan, Fatih sokaklarındaydık. Çınarların gölgelerinde, yavaş yavaş çürümeye başlam

2005 yılıydı. İstanbul’da, çok sevdiğim ilçelerden biri olan, Fatih sokaklarındaydık. Çınarların gölgelerinde, yavaş yavaş çürümeye başlamış hüzünlü, ahşap evlerin önlerinde geziyorduk. Okulum bitmişti. Çalıştığım işten ayrılmıştım. Aydın’a döndüğümde, çocuklar için bir şeyler yapmak istiyordum.

Değerli kardeşim Ahmet Dostabakan ile birlikte bir internet cafe’ye girdik. Bazı derneklere ve vakıflara ‘Sultanhisar, Uzunlar Köyü İlköğretim Okuluna kitap gönderebilirler mi’ diye mailler attık.

Ben Nisan ayında memlekete döndüm. Aradan epey zaman, zuhur geçti ve bu konuyu unuttum... Bir gün köye büyük bir kamyonun geldiği haberi, telefonla bana bildirildi. Ben o zaman gene bir yerlere seyahate gitmiştim. Döndüğümde her şeyi ayrıntısıyla öğrendim.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine, (öylesine) atmış olduğumuz mail, önemsenmiş ve Denizli Şubesi, bu iş için görevlendirilerek, bir kamyon dolusu kitap gönderilmişti.

Her ne kadar bazılarının zamanı geçmiş olsa da, paketlerin içlerinde bir yığın ansiklopedi ile her biri birbirinden kıymetli romanlar, incelemeler, hikâyeler ve denemeler vardı.

Bu gelen kitaplarla, okulun - bizim zamanımızda ‘işlik’ denilen odasına - büyük bir kütüphane kurmuştuk. İlköğretim okulunun öğretmenleri bile şaşkındı yaşanan duruma…

Denizli’den gelenler ilk, beni sordukları için, bir an da insanların gözünde kahraman (!) olmuş çıkmıştım. Benim için, kahve köşelerinde (kahkahayla karışık) ‘Heykeli Dikilecek Adam’ diyorlardı.

Öyle ya köyün okuma kampanyasına katkıda bulunacak ikinci hareketimdi bu… Daha önce de kahvehanede küçük bir kütüphane meydana getirmiş, kendi kitaplarımın çoğunu oraya bağışlamıştım.

Ayrıca muhtarımızın da bir yerlerden getirttiği, değişik eserlerle yüzümüz temelli gülmüştü, beklediğimizden daha güzel bir manzara ile karşılaşmıştık. Artık köyün gençleri kahvede sadece televizyon seyredip vakit öldürmüyorlardı, arada açıp kitap da okuyorlardı.
***
Sonraki günlerde, Ahmet Dostabakan, bu sefer Türk Edebiyatı Vakfı aracılığıyla, ilkokul öğrencileri için, güzel kitaplar yollamıştı birde. Çocuklar yüz temel eseri (değiş tokuş yaparak) okurdu.

Bir öğrencinin, yaz tatili boyunca yetmiş kitap okuduğunu bile bilirim… Ama kimse bizim evde büyüyen ve kardeşimiz sayılan Fatma Gül’ü geçemezdi. Çünkü o, benim odama serbestçe girip çıkma ayrıcalığını iyi kullanırdı. Bu yüzden, o yaz, yüz ellinin üstünde kitap okumuştu Fatmagül…

Her gün, evimiz şan şakrak miniklerle dolup taşardı. Okumaya özendirmek için balon ve şeker gibi hediyeler de verirdim çocuklara... Ufaklıkların kitap almak için bize gelip gitmesinden fazlasıyla memnundum çünkü… Belki de onların arasında çocukluğumu tekrar yaşama imkânı buluyordum.

Şimdi o çocuklar, kocaman birer adam veya kadın oldular… Bir yerlerde üniversite okuyorlar. Arada bana yazarlar, halimi hatırımı sorarlar… Mutlu olurum… Yalnız Uzunlar Köyüne heykelim dikilmedi henüz... Bunu bir daha ki gidişimde, kütüphane kurduğumuz muhtara hatırlatacağım. ☺ ☺ ☺

Bütün bunları, ‘ben büyük işler başardım’ diye yazmadım. Ama bir boşluğu doldurmuş, Ahmet Dostabakan kardeşimin desteğiyle, ufak tefek bir şeyleri hayata geçirmeye çalışmıştık o zaman için…
***
Geçen hafta bir haber vardı. Bir istatistik, Dünya Kitap Okuma Oranını gösteriyordu.

“En fazla kitap okuyan ülkeler yüzde 21 ile Fransa’ydı ve İngiltere’ydi. Onları Japonya takip ediyordu. Ardlarından yüzde 12 ile ABD geliyordu. Türkiye’de ise kitap okuma oranı binde birdi. Okuma alışkanlığında 86. sıradaydık. Kitaplar; ihtiyaç listelerimizde 250. sıralarda falan yer alıyordu…”

Birçok insan, sosyal medyada bunu paylaşıp durdu. Beğendik veya üzgün emojiler koyduk... Tamam da oturup halimize dövünmek ve “gördünüz mü okumuyoruz ve bizden bir şey olmaz ya hu!” demek yerine bir şeyler yapmamız, şapkayı önümüze koymamız gerekmiyor mu?

Kitaplarla alakalı hangi çalışmaları yapacağız şimdi… Bunu hepimiz, kendimize göre, kendi istidadımıza ve şartlarımıza göre düşünmemiz ve bunun için çabalamamız lazım gelmiyor mu?
Çevremizde olan, mahallemizde, apartmanımızda oturan çocuklara, okumayı sevdirmek için mücadele ettik mi? Dostlarımızın, akrabalarımızın evlatlarına arada hediye kitap aldık mı?

Maalesef bu işler bireysel çabalarla, bir takım hoşlukları ilk önce kendimiz, tabiatımız haline getirmekle oluyor. Çok okumamız, kitaplarla arkadaş olmamız kesinlikle hayatiyet arz ediyor, ama aynı zamanda ‘neden okuduğumuzu ve kitapların güzelliğini’ anlatmamız, hatta biraz abartmamız gerekli…

Türkiye’nin kitap oku(ma)ma oranını, umutsuzluğa kapılarak veya kınayarak paylaşmayı bir kenara bırakalım… Kitaplarla örülü bir hayat kuralım kendimize ilk önce ve sayfalar arasında kaybolup gitmenin verdiklerini, insana kattıklarını ve kazandırdıklarını elimizden geldiğince herkese gösterelim.

Yolun başındakilere eğilmemiz gerekiyor örneğin… Yanımızdaki, yakınımızdaki çocuklarla okuma faaliyetleri düzenleyelim... Bunları birbirimizle paylaşalım ve sosyal medyada yayalım... Toplu taşımalarda, şurada burada telefon yerine kitap olsun elimizde… Örnek ve model olalım yani…

Ebeveynlere, ‘düzenli olarak kitap okuyan çocuğun daha başarılı, karar verme yeteneği gelişkin ve duyarlı olduğunu’ söyleyelim birde… Kitabı bu sefer kendi penceremizden tanımlayalım ve bir kez daha tanımlanalım… Hadi bakalım, 25 Temmuz Kitap Okuma Hareketimiz Kutlu olsun…