Kitap kokusundan mahrum bırakılmış sokaklar, piyasa ekonomisine teslim edilmiş edebiyat, mısraları para etmediği için itibar görmeyen mahalle arası

Kitap kokusundan mahrum bırakılmış sokaklar, piyasa ekonomisine teslim edilmiş edebiyat, mısraları para etmediği için itibar görmeyen mahalle arası şairleri... Sanırım Allah cezamızı verdi.
Bir kitabın çok satması gerektiğine inananlar, manav tezgahında parlatılmış elmalar misali düşüncelerini raflara dizdiler. Günümüz edebiyatı, önden sıra kapmak için görevlinin cebine sıkıştırılmış banknot demekti. Kitapçı Eşref ise bir şehrin manevi kaynağının kitaplardan ibaret olduğunu düşündüğünden, hiçbir zaman bu ticari yarış içerisinde olmadı. "Yeni çıkan, çok satan, gündeme damga vuran..." gibi kategoriler, yalnızca insanların algılarına yön verirdi. Yazarı öldükten sonra kıymeti bilinen kitaplar; Mısır'da hiç tanınmayan dedenin helvasını karıp, mirasını kabullenmeye benzerdi. İnsan yaşanmışlığı, hatıralar, mürekkebe bırakılan gözyaşları onun kanaatinde bir kitabın asıl değerini belirlerdi. Hikayesine parmak izi karışmamış kitaplar, ikinci el muadillerine nazaran daha ucuz olmalıydı. Belki bir Don Kişot değildi Eşref, ya da istediği mücadele azmine yetecek kaynağı yoktu. Yine de satırların son damlasına kadar savaştı.
Her sabah dükkanın karşısına mendil açan Dilenci Şeref'e selam verirdi. Kitabevinin hırıltılı demir kepengi açıldığında, Şeref'in yüzünde milyonda bir dilencide görülen tebessüm oluşurdu. Eşref tabureleri kapı önüne koyunca, "Acaba bu defa da davet edecek mi?" diye düşünmeden edemezdi. Çünkü dumanı üstünde tüten çay, iki simit, biraz dilimlenmiş domates fakir sofraların vazgeçilmeziydi. Ve bu sofraların misafiri daima dilenciler olmalıydı.
Nasipsiz esnaf geleneği olan "Müşterileri kaçıracaksın!" naralarına alışkın dilenciler, beklenmedik buyur edilişlere tereddüt ile bakarlardı. Yoksunların icabet edeceği bir davet, benliğini yitirmiş toplumlar için artık mümkün değildi. Bu yüzden Şeref, geleneksel bir kitapçıdan istisnai ruh hali ile hayatı boyunca utanacaktı. Yüzünün ekşiliğini hissettirdiği andan itibaren ise gizli yapılan yardımların muhatabı olacaktı.
Kitapçı Eşref müşterilerine para üstünü bozukluk olarak vermeye çalışırdı. Sabah kendi dükkanını açmadan evvel, Fırıncı Hayati'ye uğrayıp eksiğini tedarik ederdi. Talep edilmeyen ani indirimler yapar, insanları "Para veren, altın bulsun." mutluluğu ile gerisin geri yollardı. Şeref'e yapacağı yardımın minnet duygusu oluşturmasını istemediğinden, böyle bir oyuna başvururdu. Her zaman başarıya ulaşmasa da, insanları yardımında bilinçsiz aracı olarak kullanırdı.
Eşref, dükkanı kapattığında ihtiyaç sahipleri faydalansın diye, içi kitap dolu küçük tezgahı dışarda bırakırdı. Ertesi gün kitaplardan yalnızca bir tanesinin eksildiğini görür, üzülürdü. Tezgahta eksilen o tek kitabı, Dilenci Şeref okurdu. Son sayfasını kıvırarak gerekli mesajı gönderdiği, gecesinde icabına baktığı kitabı, sabah Eşref gelmeden eski yerine bırakırdı. Böylece tezgahtaki kitaplar, Dilenci Şeref'in tercihlerine göre şekillenirdi. Bir defasında komşu beyaz eşya dükkanına hırsız girince, "Görüyor musun Şeref? Bu memlekette kitaplar, hırsızlar için bile değersiz!" diyerek tepkisini küçük çaplı fikirleriyle dile getirmişti. Öyle ya! Zihne kilit vurmak, kapıları zincirlemekten daha vahimdi. Kitapçı Eşref'in halinden, Dilenci Şeref anlardı.
Sonra bir gün...
Hayatı boyunca para üzerinde yazılı edebi malumata sahip mülk sahibi; kitapları, birikmiş kiralar ile birlikte sokakta bıraktı. Bir tabla üzerinde satmaya kalksan, bu defa da zabıtalar kovalayacaktı. O günden sonra mendili siftahsız kapandı bütün dilencilerin. Büyük kitabevleri, reklamlar, promosyonlar... Çok okunanlar değil, çok satanlar kazandı. Sanırım Allah cezamızı verdi.