Usta yazar Sn. Okay Tiryakioğlu’nun kaleminden İstanbul’un fethi muazzam bir dille anlatılmış, kitabı çok akıcı ve sürükleyici buldum. Hepsinden de kıymetlisi “KUŞATMA 1453” tarih böyle anlatılmalıdır, böyle öğretilmelidir diyen bir kitap olmuş. Öncelikle kitaptaki betimlemeleri çok beğendim. İlk kez öğrendiğim kıymetli bilgilerle karşılaştım. Dördüncü Haçlı Seferi, Katolik ve Ortodoks mezhepleri arasındaki gerilim çok ustaca ayrıntılarla kaleme alınmış. Kendi tarihimiz kadar, onların da tarihine ve dinine hâkim oluyoruz bu kitapla beraber.
Tarih kitaplarıyla ilgili her zaman söylediğim bir düşüncem vardır. Tarihi anlatan kitaplar yazmak gerçekten çok zordur. Okuyucuyu sıkabilir. Ben de çok büyük bir tarih tutkunu olarak daha çok öyküleştirilerek, film tadında anlatılan tarih kitaplarını daha çok seviyorum. Kendimizi o savaşın içinde bulmalı ve olayları sanki bizler de yaşıyormuş hissine kapılmalıyız. “KUŞATMA 1453” tam da bu kıvamda anlatılan, film tadında ve size olayları yaşatan bir fetih kitabı olmuş.
Fatih Sultan Mehmed’in hayata geldiği 30 Mart 1432’den, Konstantinopolis’in düştüğü 29 Mayıs 1453 gününe kadarki dönemi tüm ayrıntılarıyla anlatan, bizleri Çandarlı ve Zağanos paşaların rekabetlerine götüren, Katolik ve Ortodoks mezheplerinin çatışmalarını öğreten, savaşı kaybederken Bizans’ın hatalarını, savaşı kazanırken Osmanlı Devleti’nin doğrularını açıklayan ve coğrafyanın çok iyi kullanıldığı harikulade bir eser olmuş. Hem Osmanlı Devleti hem Bizans adına fetihle ilgili en ince detaylar, 53 gün süren müthiş kuşatmanın tüm ayrıntıları Okay Tiryakioğlu’nun “KUŞATMA 1453” kitabında yer alıyor. Herkese kesinlikle tavsiyemdir. Kaleminize yüreğinize sağlık Okay Bey. Sizler daha çok yazın, biz okurlarınız da sayenizde daha çok tarih okuyalım.
Kitapla ilgili bu bilgileri verdikten sonra İstanbul’un fethine en başından en sonuna kadar özet tadında yer vermek ve önemli ayrıntılarını anlatmak istiyorum. Bu fetih hikâyesinin bir kısmı daha önceden bildiğim, okuduğum ve araştırdığım bilgilerden oluşurken bir kısmı ise “KUŞATMA 1453”den yeni öğrendiğim ince ayrıntılar olacaktır.
KONSTANTİNİYYE’NİN FETHİ
“Konstantiniyye, bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.” sözlerini dile getirmiştir Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem.
28 Mayıs 1453 akşamı uykuya daldığında bir rüya görmüştü Akşemseddin hocamız. Ve 29 Mayıs sabahı telaş içinde bir an önce bunu sultana anlatmak istiyordu. Sultanla denk geldiği an rüyasını anlatırken şöyle diyordu bir cihan fatihine:
— Gece içim geçmiş, vakitsiz bir uykuya dalıvermişim. Gece yarısını az geçe rüyamda Mihmandar-ı Resul’ü gördüm. Artık bir İslam beldesinde yatacağından memnundu. Size ve askerlerinize hayır duada bulunduktan sonra, bana Konstantiniyye’nin Mayıs’ın yirmi dokuzunda, yani bugün düşeceğini söyledi sultanım.
1432’de dünyaya geldiğinde, kim bilebilirdi onun bir çağı kapatıp yeni bir çağ açacağını. Taht yolundaki ağabeyleri şehzade Ahmet 1437 yılında hayatını kaybetmiş ve şehzade Ali de bundan altı yıl sonra saray suikastına kurban gitmişti. Sultan Murad Han’dan sonra taht artık şehzade Mehmed’in olacaktı.
Babası Murad Han saray entrikalarından, lalaların rekabetlerinden, tüm bu tarz konulardan yorulmuştu ve üstüne bir de iki evladını toprağa vermişti.
O yüzden sultan Murad artık her şeyden bıkmış halde tahtı on iki yaşındaki oğlu Mehmed’e bırakıyordu. Ağustos 1444’te tahta çıktığında Mehmed’in henüz on iki yaşında olduğunu fırsat bilen Haçlılar bir savaşa girişeceklerdi. Bunun haberini alan şehzade Mehmed ise babasına şu mektubu yazmıştı:
“Eğer siz padişahsanız lütfen ordunuzun başına geçiniz. Eğer ben padişahsam size emrediyorum derhal ordunun başına geçin.”
Çandarlı Halil’in de baskılarına dayanamayan sultan Murad ordusunun başında 1444 yılında Varna’da Haçlıları bozguna uğratmıştı. Ancak sadece kumandan olarak ordusunun başındaydı ve padişah yine sultan Mehmed Han’dı. Çandarlı Halil ise ısrarla Murad Han’ın yeniden padişah olması için uğraşıyordu ve türlü oyunlara kalkışıyordu. İşte bunlardan en etkilisi ve tarihin ilk yeniçeri ayaklanması Buçuk Tepe isyanı ile sultan Murad yeniden başa geçecekti. Şehzade Mehmed, Çandarlı’nın tüm oyunlarını aklına bir bir yazıyordu.
Kader şehzade Mehmed’i 1451 yılında ikinci kez tahta çıkaracaktı. Tek bir hedefi vardı sultanın, o da kızıl elmaydı. Bu yolda ilk çalışması ve en büyük kozu Macar Urban ustanın döktüğü toplarıydı ve bu topların mühendislik çiziminde sultanın kendisi de bizzat yer almıştı.
Bizans tarafında ise XI. Konstantinos’un tek sorunu Osmanlı değildi. Ortodoks ve Katolikleri yatıştırmak ve birbirleri ile tartışmaya girmelerini önlemek en önemli sorunlarından biri olacaktı. Ancak ne Doğu Roma Bizans imparatorluğu Katolik mezhebine geçecekti ne de papalık Ortodoks olacaktı. 1204 yılındaki Konstantinopolis yağması iki mezhep arasını açmış ve bu öfke asla dinmeyecekti. İşte bu ayrım yüzünden de XI. Konstantinos, papalık tarafından gönderileceğini hayal ettiği gemi yardımını asla elde edemeyecekti. Dahası, Notaras ve Giustiniani’nin arasını bulmak, Venedikliler ve Cenevizlileri de dengelemek zorundaydı. İmparatorun güçlü yanları ise o çok güvendiği ve aşılamayan surları, Haliç’e çekilen zincir ve savunmasındaki büyük komutanı Giustiniani idi. 26 Ocak günü iki büyük gemi ile gelen büyük kumandan Giustiniani, Loukas Notaras haricinde tüm şehre olumlu bir hava kazandırmıştı. 2 Nisan günü de Haliç’e o meşhur zincir çekilecekti.
6 Nisan 1453 günü, 53 gün sürecek o muhteşem kuşatmayı II. Mehmed fiilen başlatmıştı. Hem karada hem denizlerde birçok çatışma yaşanacaktı. 17 Nisan günü Urban ustanın toplarından “Şahi”nin namlusu çatlamıştı. Urban topu mevziden çekerek tamire almak istemiş, sultan ise acilen yerinde tamir edilmesi ve hemen ateşlenmesi emrini vermişti. Tamirden sonra topun ateşlenmesiyle de büyük bir patlama olmuş ve namlunun parçacıkları olay yerindekilere isabet etmişti. Olayda hem Urban hem de yardımcısı Gomar parçalanarak hayatını kaybetmişti.
Bir başka önemli gelişme 20 Nisan günü olmuş, dört adet büyük Ceneviz gemisi Haliç’e girmişti. Bu gemilerin Haliç’e girmemesi için mücadele veren Baltaoğlu komutasındaki Osmanlı donanması tüm çabalarına rağmen başarısız kalmış ve bu deniz savaşında Baltaoğlu bir gözünü kaybetmişti. Baltaoğlu’nun idamı ise lalalar tarafından önlenmişti.
Mehmed bir başka yol bulmalıydı. Tarihe hem kendi adını hem devletinin adını altın harflerle yazdıracak bir yol olmalıydı bu. Kabataş (Butharion) yakınlarından gemilerini yağlı kazıkların üzerinden karaya çıkaracak, Galata surlarının gerisinden tırmanışa geçecekti ve Kasımpaşa (Eski Ayalonka Manastırı) civarından gemilerini Haliç’e suya indirecekti.
22 Nisan sabahı Haliç’te Osmanlı gemilerini gören XI. Konstantinos ve kurmayları için artık her şey bitmişti, bundan sonra onları ne İsa Mesih ne de Meryem Ana kurtarabilirdi.
Osmanlı donanması artık Haliç surlarını bombalayabilecekti. Daha önce yirmi iki kuşatma gören bu şehir, böyle bir şey görmemişti. Çünkü bu defa karşılarında en az altı dil bilen, ilmin ve bilimin izinden giden, matematik, geometri ve coğrafyaya son derece hâkim, entelektüel ve çok zeki bir adam vardı. Fatih Sultan Mehmed Han.
İlerleyen günlerde Venedikli kaptan Coco'nun komutasında Haliç’teki donanmamıza gece vakti yapılacak bir pusu olacaktı. Gemileri saldırıya hazırlama bahanesiyle saldırıyı bir gün erteleten Galata Cenevizlileri, bu bir günlük vakitte planı II. Mehmed'e gizlice iletti. 28 Nisan gecesi Coco komutasında birkaç gemi saldırıya geçti ancak saldırıdan haberdar olan Osmanlı donanması ateş açtı ve Coco'nun gemisi ve diğer gemiler batırıldı. Bir yandan da şehirde kıtlık giderek artarken, papa Nicholas'ın söz verdiği filodan da hâlâ haber yoktu.
Haliç'te karşılıklı bombardıman devam ederken, Romanos (Topkapı) civarındaki surlar da bombalanmaktaydı. Yürüyen Osmanlı kuleleri vasıtasıyla da Osmanlı askerleri açılan gediklerin kapatılmasını engelliyordu. Bir yandan da Konstantinopolis altındaki tünellerde yer altı savaşları devam ediyordu. Özel lağımcılar da getirtmişti sultan Mehmed ve bu tünellerdeki korkumuz Bizans askerleri değildi; zift, kükürt, nafta, reçine, kireç ve güherçileden yapılan Rum Ateşi korkulan tek şeydi.
XI. Konstantinos, Notaras, Giustiniani ve adamlarının müthiş savunması 29 Mayıs’a kadar devam edecekti. 29 Mayıs günü Osmanlı topları bir yandan ateşe devam ederken, Osmanlı birliklerinin de surlara sızması ve ilerlemesi başlamıştı çünkü bu muharebede Giustiniani ağır yaralanmış, savunma yerini terk etmek zorunda kalmıştı ve emrindeki adamları da onun peşinden savaş yerini terk etmişlerdi. Ardından da Venedikliler ve Cenevizliler savaş alanını terk etmişlerdi. Şehir artık düşmüş, Hagios Romanos ve Kharisios arasındaki Osmanlı sancağı Avrupa’ya ders verir şekilde dalgalanıyordu.
Fatih Sultan Mehmed Han şehre girdiğinde ise şöyle dedi:
— Truva, intikamını aldım…
Sıra bu zamana kadar bekletilen, iyice demlenmiş ve tavşan kanı olmuş artık içilecek bir intikama gelmişti. Mehmed, Çandarlı’nın kellesini tahta ikinci kez geçtiği 3 Şubat 1451’de alabilirdi ancak doğru zaman o gün değildi. Konstantiniyye alınana kadar hep beklemişti. Çünkü öfke ile Çandarlı’nın kellesini o gün alsa belki ona karşı kazanacaktı ama stratejide kaybedecekti, daha da önemlisi tahtını kaybedebilirdi. Çandarlı’nın kellesini İstanbul’un fethinden sonra yeniçeriler ve ulemanın önünde alacaktı. Öyle de olmuştu, 19 Temmuz günü Edirne’de idam edilmişti Çandarlı Halil.
Fetihten sonraki en önemli gelişmelerden biri ise Fatih Sultan Mehmed’in kalmalarını istemelerine rağmen, Bizanslı bilim adamları ve sanatçıların şehri terk etmeleriydi. Çünkü bu bilim insanları, sanatçılar ve düşünürler gittikleri İtalya’da Rönesans’ın başlamasına vesile olacaklardı.
Geçtiğimiz hafta 571. yılını kutladığımız bu anlamlı günü yad etmek benim için çok özeldi. O günlere uzanan yolda Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açan başta Fatih Sultan Mehmed Han olmak üzere, şehit olan, kanının son damlasına kadar savaşan, gazi olarak savaştan ayrılan, devleti için mücadele eden tüm atalarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Onlar tarihimizi savaşarak ve fethederek yazdılar. Bizlere düşen görev de bu şanlı tarihimizi ama yazarak ama anlatarak her fırsatta dile getirebilmektir. Atalarımızdan bizlere miras bırakılan İstanbul’a da hem tarihi güzellikleri ile hem de doğası ile sonuna kadar Türk kanı ile sahip çıkabilmektir. Çok okuyun, kitapla ve sevgiyle kalın…