Peygamber Efendimiz’in, Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Sinan’a rüyalarında yerini tarif ettiği, yapımı yaklaşık altı sene süren, bir minaresinin yapımında değerli mücevherler bulunan Süleymaniye Camii, 1551-1557 yılları arasında Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman adına yapılmıştır.

MÖ 957’de Kudüs’e, kireç taşından, Hz. Süleyman tarafından “Süleyman Mabedi” ya da diğer adıyla “Birinci Mabet” inşa edilir, hatta Yahudiler bu mabede “Mukaddes Ev” demişlerdir. Gelecek asırlarda ise bu mabet yağmalandı ve yıkıldı.

Bundan yaklaşık 1600 yıl sonra Bizans İmparatoru Justinianus, Süleyman Mabedi’nin kıskançlığıyla ve ondan daha iyisini yapabilmenin hırsıyla, kendi döneminde ses getirecek mimari bir esere imza atmak ister. Tüm bu istek ve azmin sonucunda 532 yılında Ayasofya’nın inşaatını başlatır. Nitekim 537 yılında Ayasofya tamamlanır. Justinianus Ayasofya’nın içine ilk girdiği gün ellerini göğe kaldırır ve “Ey Süleyman seni geçtim.” diye bağırır. Gerçekten de o dönem için Ayasofya, Süleyman Mabedi’ni geride bırakmıştı ve Justinianus buna çok böbürleniyordu.

Ama tarih bir kez daha yazılacaktı ve Mimar Sinan muhteşem bir esere imza atacaktı. 1550’lerde Roma Vatikan Katolik Kilisesi’nde, Osmanlı’nın sadece savaşlarda iyi olduğu, bilimde, sanatta ve mimaride geri kaldığı söyleniyordu. Tabii ki bunlar Muhteşem Süleyman’ın kulağına gidiyordu. Buna dayanamayan Kanuni Sultan Süleyman bir gün Mimar Sinan’ı odasına çağırır ve “Mimar başı, bana öyle bir eser yap ki Justinianus’u geçeyim.” der. Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Kanuni bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür. Ve rüyada Peygamber Efendimiz ile beraber bugünkü Süleymaniye Camii’nin olduğu ve İstanbul’un harikulade manzarasına sahip o topraklara gelirler. Peygamber Efendimiz bu rüyada Sultan Süleyman’a caminin yerinin burası olduğunu tarif ederken, mihrabından minberine kadar her şeyin nerede olması gerektiğini söyler. Bu rüyadan uyanıp heyecan içinde sabah namazını kılan Sultan Süleyman Han, namazından sonra acilen Mimar Sinan’ı bugünkü caminin olduğu yere çağırtır ve bulundukları konuma bir cami yapılmasını ister. Bunun üzerine Mimar Sinan, Sultan’a yapacağı caminin yerini, bakış açısını, mihrabını ve minberini tarif edince, Sultan hayretler içinde kalır ve Mimar Sinan’a: “Mimar başı bu bilgileri kimden aldın hele söyle bakalım?” diye sorar. Mimar Sinan ise “Sultan’ım sizin hemen arkanızdaydım ve her şeyi gördüm.” der. Bu olay üzerine çok şaşıran ve heyecanlanan Kanuni, bu caminin yapılmasını acil olarak ister.

Bunun üzerine alel acele caminin yapımına başlanır ve temele ilk taş Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından yerleştirilir. Ardından üç seneye yakın cami inşaatı toprak üzerine çıkmaz çünkü Mimar Sinan cami zeminine yani kayalara 25-30 bin civarında ağaç kazık çaktırır ve böylelikle toprağı sıkıştırır. Bu kazıkların üstüne ise bloklar koydurarak üç yıla yakın bir süre bekletir. Bununla beraber artık zeminin sıkılaşması gerçekleşmiş olacaktı ve yıl 1553’tü. Çok büyük depremlere dayanan caminin temellerinde işte bu teknik yer alıyordu. Ve bu teknik Burj Al Arab’ın inşaatında kullanılmış ve Dubai’de bu binanın altına 250’ye yakın beton kazık monte edilmişti. Yani Mimar Sinan’ın 1551’de akıl ettiği teknik, 1994-1999 arasında Burj Al Arab’da kullanılmıştı.

Cami yapım sürecinde ki diğer bir muhteşem hikâye ise minarelerden birine aitti. Kış ayları gelince Mimar Sinan inşaata ara verir, bunun üzerine inşaatın yarıda kaldığını düşünen İran Şahı Tahmasb, Osmanlı’nın para kaynaklarının bittiğini düşünür ve cami yapımının tamamlanması için elçisi ile Kanuni Sultan Süleyman’a bir sandık dolusu mücevher ve değerli taş gönderir. Üstüne bir de padişaha mektup yazarak “Hayrınızda katkım olsun isterim.” der.

Bu hazineyi gören ve mektubu okuyan Sultan Süleyman sinirden deliye döner ve acil Mimar Sinan’ı çağırtır. “Ey mimar başı bu değerli taşları ve mücevherleri tez zamanda caminin yapımında kullanacaksın.” der. Ertesi sabah elçinin de gözleri önünde cami minare harcının içine atılan mücevherler ve değerli taşlar bugünkü adı ile bilinen “Cevahir Minaresi”nin malzemelerini oluşturur.

Bir başka ilginç buluş ise, Mimar Sinan’ın devekuşu yumurtasının, örümcekleri ve haşereleri kaçırdığını keşfetmesiydi. Cami yapım sürecinde içine yerleştirilen yüzlerce devekuşu yumurtası namaz anında cemaati ve caminin içini örümceklerden ve türlü haşerelerden korur. Cami yapımı süresince bir başka hikâye ise şöyle gerçekleşir. Bir gün işçiler, mimar başının cami içinde nargile içtiğini görerek bunu Sultan Süleyman’a haber verirler. Bu haberi işiten padişah tez bir şekilde cami inşaatına gider ve hayretler içinde kalır. Derhal mimar başına: “Sen burada çalışmaz da nargile mi içersin?” diye çıkışır. Bunun üzerine mimar başı: “Sultan’ım nargileye iyi bakın hele, içi boştur. Nargile sayesinde çıkardığım su kabarcıklarının sesinin ne kadar süre yayıldığını kontrol ediyorum, cami içindeki ses yayılmasını eşit bir şekilde ayarlamaya çalışıyorum.” der. Bu çalışma sonucunda Mimar Sinan’ın yerleştirdiği yaklaşık 250 adet su küpü ise caminin ses projesi olmuştur. Ve imamın sesi rahatlıkla tüm cemaate gidecektir.

1550’li yıllardan bahsediyoruz, peki bu caminin aydınlatması nasıl olacaktı? Tabii ki kandillerle olacaktı. Peki o kadar kandilden çıkan is hem camiyi hem de namaz anında cemaati ne hale getirecekti? Mimar Sinan bunu da düşünmüştü. İs odası yaptırmış ve bu odanın içine kurduğu nemlendirme sistemi ile isler burada toparlanıyor ve hatta bu isler mürekkebe dönüştürülüyordu. Bu mürekkep ile yazı yazıldığında, yazı üzerine sıvı dökülse dahi kaybolmuyordu. Bununla da kalmamıştı Mimar Sinan, çünkü is odasından cami içine açılan iki pencereden birine bakınca “Allah” diğerine bakınca ise “Muhammed” yazılarını görüyorsunuz. Bu da ince bir dokunuşu ve tasarımıydı Mimar Sinan’ın.

Cami şadırvanı da tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonuydu çünkü kullanılan su, doğal kule prensibiyle hava akımı oluşturularak oksijenle arıtılıyordu. Süleymaniye Camii’nin altındaki tüneller ise cami altını komple sararak Haliç’e kadar uzanıyordu ve tüneller hem su dağıtımını görüyordu hem de caminin havalandırılmasını sağlıyordu.

Cami kullanıma geçince, tabii o dönemin en iyi inşaatını yaptıran, Ayasofya’dan üstün bir yapı inşa ederek Justinianus’u geçen ve Vatikan’a da gereken cevabı veren Kanuni Sultan Süleyman gururla bir gün Mimar Sinan’ı yanına çağırtır ve: “De bakalım mimar başı camimiz ne kadar ayakta kalacaktır?” sorusunu sorar. Bunun üzerine Mimar Sinan, Kur’an-ı Kerim’de yer alan Tekvir Sûresini aklına getirerek: “Güneş dürülüp kararana kadar, yıldızlar dökülüp sönene kadar, dağlar sökülüp yürütülene kadar, denizler kaynatılana kadar, cehennem ateşi harlatıldığında, cennet yaklaştırıldığında, yani kıyamete dek ayakta kalacaktır Sultan’ım.” der.

Ve bu cami o kadar büyük İstanbul depremlerine ve toplamda yüzü aşkın orta şiddetli depremlere rağmen hâlâ ayaktadır. Cami minarelerinin 4 adet olmasının sebebi ise İstanbul’un fethinden sonra Kanuni’nin dördüncü padişah olmasıdır. Minarelerdeki 10 şerefe ise Kanuni’nin onuncu Osmanlı padişahı olmasıdır.

Cami tamamlandıktan bir süre sonra ise birkaç çocuğun konuştuğunu gören Mimar Sinan, çocuklardan birinden şu lafı işitir: “Bu minare eğri siz de görüyor musunuz?”. Bunun üzerine Mimar Sinan çocuğun haklı olduğunu dile getirir ve minareye halatlar bağlatarak güya minareyi çektirir. Sonrasında ise çocuğa, “Şimdi düzeldi mi evlat?” sorusunu sorar ve çocuktan, “Evet efendim.” cevabını alır. Bu durumu hayretle izleyen kalfaları ve inşaat çalışanları Mimar Sinan’a bu durumu sorar. Mimar Sinan ise şöyle der: “Ben bu hareketle o çocuğu ikna etmeseydim belki de o çocuk yıllar sonra, ben öldükten sonra bu minarenin yıkılmasına vesile olacaktı.” der.

Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 metre yüksekliğinde ve 27,5 metre çapındadır. Camiye bitişik iki minare üçer şerefeli ve 76 metre yüksekliğinde, son kısmındaki iki minare ise ikişer şerefeli ve 56 metre yüksekliğindedir. Osmanlı Devleti’nin onuncu padişahı ve 89. İslam Halifesi olan Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi de bizzat bu caminin içindedir.

“Bizler Akdeniz Havzası’ndaki üç tarihî imparatorluktan birini kuranların torunları ve çocuklarıyız. Osmanlı’nın tarihini bilmek ve anlamak asla kolay değil ama bunu başarabilmek bizim elimizde.” sözlerini dile getirmiştir sevgili İlber Ortaylı. “Osmanlı Tarihi” denilince de akıllara sadece savaşlar ve padişahlar gelmemeli. Bunların da yanında hukuk, adalet, devlet yönetimi, saray yaşamı, eğitim ve öğretim, örf ve adetler, harem kültürü, sokak kültürü, pazar kültürü, camileri ve hamam kültürü gibi değerlerimiz de akıllara gelmelidir.

Geçtiğimiz hafta sonu iki duygusal güne tanıklık ettik, bunlara değinmeden de bitirmek istemiyorum. 18 Mayıs 2024 günü kıymetli Türkan Saylan’ın vefatının 15. yılında kendilerini sevgi, saygı ve özlemle andık. 19 Mayıs 2024 günü ise Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkarak milli mücadelenin ilk adımlarını attığı o değerli günü yad ettik, Cumhuriyet meşalesi ile atamızın izinden yürüyen torunları olarak Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımızın 105. yılını kutladık.

Çok okuyun, kitapla ve sevgiyle kalın…