Birinci Bölüm

Morgan Stanley, Amerikalı bir yatırım bankasıdır. Dünya Ticaret Merkezi’nin de en büyük kiracılarındandı ve binanın güney kulesinde yer alıyordu. 11 Eylül 2001 günü sabah 08:46’da kuzey kulesine ilk uçak çarptığında, Morgan Stanley bir dakika içinde binayı tahliye etmeye başlamıştı. İkinci uçak 15 dakika sonra güney kulesine çarptığında ise Morgan Stanley hemen hemen binayı boşaltmıştı. Saldırıda doğrudan hedef olmamasına rağmen bu banka sadece yedi çalışanını kaybetti. Burada bankanın güney kulesinde yani ikinci kulede yer alması tabii ki çok büyük bir şanstı.

Ancak Morgan Stanley’nin bu şansı en iyi şekilde değerlendirmesinin altında da bir sebep yer alıyordu. 1993 yılında aynı gökdelenlere bir saldırı düzenlenmişti. O olaydan sonra banka yönetimi, Dünya Ticaret Merkezi binasında çalışmanın her an bir terör operasyonuna açık olduğunu anlamış ve farkına varmıştı. Askeri disiplin altında tüm çalışanlara bu tarz bir olası terör felaketi anında yapılması gerekenler öğretilmiş ve eğitimi verilmişti. Çalışanların ise bu tarz kriz durumlarında toplanabilecekleri üç acil durum yeri vardı. Ve üst paragrafta da bahsettiğim gibi doğrudan hedef olmamasına rağmen bu banka saldırıda sadece yedi çalışanını kaybetmişti.

Yaşanan felaketin ardından, bankanın yönetim kurulu başkanı Robert G. Scott, kendisine bu durum hakkında sorulan bir soru üzerine şu sözleri dile getirmişti: “Pek çok şeyin teknolojiye bağlı olduğu finans sektöründeyseniz beklenmedik durumlar için planlama yapmak işinizin büyük bir bölümünü oluşturur. Çalışanlarımızın bu tarz acil durumlarda toplanabilecekleri üç yedek ofis 10 Eylül 2001 gününe kadar lüks görülüyordu, ancak 12 Eylül’de bunları kuranlara dâhi gözüyle bakıldı.”

Evet dahice bir plan ve başarıydı ancak 1993 yılında yaşanan bir kriz sonrasında bazı gerçeklerin kabul edilerek, üzerine çalışılmasıyla gelen bir başarıydı. Olay banka yönetiminin duygusal dayanıklığının tam bir örneğiydi. Gerçeklere çekinmeden bakarak, iyimser davranmayarak önlem almışlardı ve bu sayede zorluklardan sağ salim çıkmışlardı. Çünkü zorluklar meydana geldiğinde kendimizi kurtarabilmek, zamanında mevcut gerçeği fark edip tam anlamıyla kabullenmekten ve sonrasında bunun üzerine çalışmaktan geçiyor.

O zaman gelelim kıssadan hissede birinci bölümün ana fikrine: İş hayatında duygusal dayanıklılığımızı güçlü tutmaya özen göstermek zorundayız. Çünkü ancak bu tarz kişiler olası krizlerin farkına önceden varabilir ve bunları yönetebilir. Duygusal dayanıklılığı yüksek kişilerde mevcut gerçeği olduğu gibi kabullenmek en büyük karakter özelliklerinden biridir. Bu kişiler her türlü zorlu durum için, kendileriyle ilgili hatalı yönleri için her şeyi tüm gerçekliği ile kabul edip, önlem alırlar, buna çalışırlar ve sonunda da krizi çözerler. Evet iyimserlik kötü bir şey değildir ancak körü körüne de iyimser olmak bizi duygusal anlamda güçlü kılmaz. Yapılan araştırmalara göre esir kamplarından kurtulamayanların çoğunun iyimser insanlar olduğu ortaya çıkıyor. Eğer Morgan Stanley 1993 yılında olan ilk saldırıya iyimser bir gözle baksaydı, “Olabilir, yaşandı ve bizler kurtulduk, böyle bir şey bir daha olmayacaktır.” diyerek, yeniden tekrarlanacak bir terör saldırısının gerçekliğini kabullenmeseydi, belki de ekipten sadece 7 kişi hayatını kaybetmeyecek, sadece 7 kişi kurtulacaktı. Ne kadar zor ve çetin olsa da gerçekleri kabullenmek zorundayız ve buna göre davranmalıyız.

Gerçeği tamamıyla kabullenmek yeteneği de “Resilience” yani duygusal dayanıklılık ya da duygusal esnekliğin en temel özelliğidir. Ve bizi birçok konuda başarıya götürecek bir karakter özelliğidir.

 

İkinci Bölüm

Gazali Bağdat'taki eğitimini tamamladıktan sonra bir kervan ile Tus şehrine dönmek için yola çıkar, kervanı yolda haramiler soyar. Kervanda bulunan herkesin altınları, gümüşleri ve mal varlıkları giderken, Gazali'nin de bir tek olan torbası alınır. Olayın sonunda herkes kaderine razı olmuşken, Gazali haramileri arar ve bir süre sonra bir mağarada bulur. Mağaranın kapısına dayanan Gazali, torbasını da mağara nöbetçilerinden geri ister. Hatta bu sırada kapıda bir tartışma çıkar ve nöbetçiler bu çocuğu öldürmeyi düşünürken arbedede çıkan sesler harami başına kadar ulaşır.

Harami başı “Neler oluyor? O sesler nedir?” şeklinde nöbetçilerine söylemde bulunur. Nöbetçileri durumu aktarınca da “Çağırın o çocuğu bana.” der. Bunun üzerine nöbetçiler Gazali'yi içeri alırlar.

Harami başı Gazali'ye dönerek “Evladım herkesin servetini aldık ses çıkaran olmadı, senin torbanda bunlardan daha kıymetli ne olabilir de canını tehlikeye atıyorsun?” diye sorar.

Gazali ise “Benim yüküm onlardan daha değerli, çünkü Bağdat'ta gördüğüm eğitimin ders notları var ve tüm bilgilerim o torbanın içerisindedir.” der.

Gazali’nin bu sitemi üzerine, harami başı nöbetçilerine “Çocuğun karnını doyurup, torbasını verip yola çıkarın.” der.

Sonra harami başı Gazali'ye döner ve “Ders notlarını sana veriyorum delikanlı ama âlim olmak istiyorsan bir şeyi hiç unutma.” der.

Gazali “Nedir o?” diye sorar.

Harami başı ise bunun üzerine “Senden çalınan bilgi, senin bilgin değildir.” der.

Kimi rivayetlere göre Gazali’nin bu durum üzerine kendisine kızdığı, olaydan ders çıkardığı ve bu ders notlarını yaktığını da okuyabilirsiniz ya da bazı platformlarda izleyebilirsiniz.

Şimdi
gelelim bugünün başlığı olan kıssadan hissede ikinci bölümün ana fikrine: Hepimizin okul yıllarımızdan, üniversite hayatından ders notları olabilir, iş hayatında tuttuğumuz notlarımız olabilir, başka çalışma alanlarında şahsi notlarımız olabilir. Ancak bu notlarımız gün gelir kaybolabilir ya da başına başka bir kaza gelebilir. Âlimlik görmüş olduğumuz eğitimlerden ya da yaptığımız çalışmalardan kayıt altına aldığımız bu notlarımıza sahip olmakta ve bu notları saklamakta değildir, âlimlik o notlara aklımızda sahip olmaktır. O yüzden mücadelemiz, o notlarımızda bulunan bilgilerimizi aklımıza yazabilmek ve aklımıza yazdığımız bu bilgilerin de mantığını kavrayabilmek olmalıdır. Bunun için de çok çalışmak, çok okumak, çok yazmak ve çok tekrar etmek gerekir.

Çok okuyun, kitapla ve sevgiyle kalın…