Kalbimize en çok dokunan, içimize işleyen, ömür boyu silip atamadığımız çocukken yaşadığımız duygusal anlarımızdır.
Nereye gidersek gidelim, hangi şehirde yaşarsak yaşayalım, çocukluğumuzun geçtiği yerler her zaman en güzel, en özel olan yerlerdir bizim için.
İsterse yaşadığımız yer, Dünya’nın en güzel yeri olsun; bizim için en güzel yer, kendi köyümüz, kendi toprağımızdır.
En görkemli, en dayanıklı, içinde kendimizi en huzurlu, en güvenli hissettiğimiz yer de babamızın evidir.
Çocuk kalbimiz koca şehirlere sığmaz…
Büyümeyen çocuk yanımız, başka şehirlerde uzayıp giden denizlere, ovalara dar gelir de, tek gözlü de olsa baba evimiz bizi sarıp sarmalar.
Yüreğimizin en sığ, en derin, en görünmez yerlerinde sakladığımız anılarımızı, her gün elimizde bir çantayla, sırtımızda görünmeyen bir bavulla hep yanımızda taşırız.
Ve bazı şeyleri bir daha asla bulamayacağımız gerçeğine vardığımız da ise, o görünmeyen bavul daha da ağırlaşır.
Her damla gözyaşımızda, içimizi yakıp kavuran her özlemimizde görünmeyen o bavula biraz daha ek yapar, hatıraları biraz daha görünmeyen karanlık dehlizlere saklarız.
Anahtarı bizimdir, hiç kimseye teslim edemeyiz, hiç kimseye açıp gösteremeyiz, misafir kabul edemeyiz.
Bizimle var olmuştur yaşanan her şey, yine bizimle sonsuzluğa gelecektir.
Ve hiç kimseler bileyecektir; ne kadar hüzünlü, ne kadar gurur verici olduğunu.
Oturup bir masaya yazalım desek, hangisini yazabiliriz ki…
Anlatayım da artık geçsin, her aklımıza geldiğinde içimizi artık yakmasa artık desek, ne mümkün; ne anlatabiliriz, ne de yazabiliriz…
Hep bir şeyler eksik kalır…
Her özlemimizde bavuldaki anılardan birisini elimize alır, bir kitabın sayfalarını okur gibi tekrar tekrar defalarca okur, defalarca tekrar yaşarız. Ve sonra, o görünmez, sökülüp yırtılmaz ipliklerle tekrar bağlar, içimizin derinliklerine tekrar koyarız.
Her hatırladığımızda, her kanadığında o yaramız, o görünmez, o yırtılıp kopmayan bağlar daha da kuvvetlenir, daha bir anlam kazanır her hatıramız…
İşte bu yüzdendir, anılarımızı hep heyecanlı anlatmamız..
Hatta yaşadığımız günler kötüyse, eski anıları güzelleştirip, meyve sepetinin içinden çürükleri atıp temizlediğimiz gibi, kötü anlarımızı da temizler, sadece iyi taraflarını anlatmaya başlarız. Çünkü biliriz, bizi biz yapan geçmişin o derin izleridir.
Ve her unutulmaz hatıra bizi tekrar tekrar geçmişe götürüp, çocukluğumuzu yeniden yaşatır. Her anı, bizim kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi bize gösterir.
Ne kadar yaşasak da bir türlü büyüyemez, çocuk kalmaya, o anları yaşarken çocuk olmaya devam ederiz. Sanki anlattığımız bir öyküdür, bir resimdir; kendimizi bir resme bakar gibi anlatırız. O resim bir özlemdir. Kimi zamanda o anlara dönmek isteriz.
Ve her özlem, kan damarlarımızı kesmiş olsa da, o kanı yine kendimiz durdurup sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ederiz.
Dilimiz tutulur, gözlerimiz bir noktaya takılıp kalır, çoğu zaman da yalnız bir köşe de tek başımıza ağlarız…
Yapacak fazla bir şey yoktur, her geçen gün bilinmez bir yokluğa doğru adım adım gideriz. Başlangıcı bilinen ama sonu olmayan sonsuz bir takvim gibidir hayat dediğimiz…
Tek tek, hiç şaşmadan, hiç ara vermeden her gün sayfa sayfa azalır takvim sayfaları. Ve hayat, bir değirmen taşı gibidir, her gün tane tane eritir sırayla hepimizi…
Bir bakarsın çuvalın en sonundasındır, bebeksindir, yaşayacağın uzun yıllar vardır önünde…
Bir şey olur, bir el gelir, karıştırır taşın içindekileri, en sonda sandığımızı bir bakarız geçip gitmiş, sırası erken gelmiş, bırakıp gitmiş hayatı…
Bütün ölümler erken ölümdür gerçeğini bir kenara koyup, kadere bağlayıp gönlümüzü avuturuz…
Zaman geçtikçe bazı şeyler eskisinden daha fazla dokunmaya başlar içimize.
Beynimiz, kalbimiz sanki bizi yalnız bırakmış gibi, tek başına kalırız, tek başına dolar gözlerimiz…
Bazı acılarımızı tek başına yaşarız.
Tek başına çekeriz, hastalığımızı, ağrılarımızı…
Tek başına taşırız gözyaşlarımızın ağırlığını…
Tek başına yaşarız karşılıksız sevdalarımızın o ağır yükünü…
Tek başına ağlarız…
Benim de bu yazıları yazarken gözlerimin dolduğu gibi…
*
Biliyordum, bu mektubun beni ağlatacağını, az çok nelerden söz edeceğini tahmin etmiştim ki, tahminim tamamen doğru çıktı.
Biliyordum bu mektubu okurken ağlayacağımı, hani derle ya, her şeyin bir sebebi vardır, diye, bu yazı içinde bu mektubu almış olmam mı gerekiyordu, bunu bilmiyorum…
Yüreğimdeki yalnızlıktan başka bildiğim pek fazla bir şeyim yok..
Birkaç gündür mesajını açıp okuyamadım, belki de hazırlıksız yakalanmak istemediğim içindi, bunu da bilmiyorum…
Ama şunu çok iyi biliyordum; bazı mektupların, bazı şiirlerin hep yalnızken okunması gerektiğini…
Bu mektubu okurken içim, dışım, kalbim, ruhum ve gözlerim okuduğum her satırda benim anılarımı, benim babamı, benim baba evimi, benim köyümü anımsattı ve beni bir kez daha derinden hırpaladı…
Sanki bir ağacın dallarını tek tek kesiyormuş gibi kesti bütün parmaklarımı, bedenimi parçalara ayırdı…
Yazdığım kağıt parçasını ıslattı gözyaşlarım…
Uzak diyarlara, çocukluk anılarıma; babamın öğretmen olduğu okulunu görmek için gittiğimde, o kocaman okulun yıkıldığını görünce bahçede oturup saatlerce ağladığımı anımsattı…
Ve geri dönüş yolunda bedenimin ne kadar ağırlaştığını, zorla yürümeye çalıştığımı, şimdi masadan kalkıp odamın penceresini açmak istediğimde koltuktan kalkamadığımı fark edince aklıma geldi, o gün ne kadar ağırdı bedenim…
Bu anıların yükü ne kadar ağır böyle, serilip düşeceğim şimdi yere!
Ve zor zahmet kendimi toparlayıp bir an evvel hüzünlerin ve acıların yerine, iyi ki yaşadım, iyi ki bunları gördüm, iyi ki öğrendim diye avutarak kendimi toparlayabildim…
*
Köşe yazılarımda zaman zaman farklı yazar, şairlere yer verdiğim çok olur.
Bunu severek yaparım.
Günümüzün en kıymetli şairlerinden biri olan, eğitimci yazar Cemal Ünal hocamla ilgili bir şeyler yazma isteğim uzun zamandır beynimde dolanıp duruyordu.
Bir hatıra, bir anı, geçmişse dair bir iz olsun diye kendisinden kısa bir yazı istediğimde bana aşağıdaki metni iletmiş.
Cemal Ünal hocamın bende değeri çok fazla, rahmetli babamla aynı öğretmen okulunda okumuş olması içimde ona karşı derin bir sevgi bağı oluşturuyor. Kendisi Kastamonu Göl öğretmen Okulu ve İzmir Yüksek öğretmen okulu, aynı zamanda Ege Üniversitesi matematik, fizik mezunu.

Cemal Ünal, bir eğitimci, öğretmen ve şair. Yaşadığı dönemi, yaşadıklarını yazıya dökebilme başarısı diğer öğretmenlerden ayırıp kendisini farklı bir yere taşıyor. Bu farklı özelliği, onun yazabilme ve şair olmasından ileri geliyor. Yaşadıklarını sadece kendi içinde yaşayıp, sadece kendisinde kalmasını bırakıp, gelecek kuşaklara aktarma isteği ve çabası takdire şayandır. Onun şiirlerini okurken sanki kendisi karşınızdaymış, sanki karşılıklı sohbet ediyormuşsunuz gibi samimi bir hava hissetmemek elde değildir. Yazdığı şiirlerde, konuya hâkim oluşu ve okuyucuya aktarmada son derece başarılıdır.
Üzüldüğüm nokta nedir bilir misiniz?
Cemal Ünal gibi değerlere daha çok sahip çıkıp, bu filozof kişilerin bilgisinden, gün görmüşlüğünden, tecrübesinden yararlanmayı bir türlü beceremedik. Oysa bu kişiler bizim en büyük değerlerimiz.
Bunları toplayıp her şeyleriyle yakından ilgilenip, meslekleriyle ilgili yeni gelişmelere, yeni projelere bir ışık, bir yol gösterici olarak ele alınmış olsa hiç şüphesiz çok faydalı işler çıkacağından adım kadar eminim.
*
Cemal Ünal hocamın bana ilettiği notunu kendisinin izninle olduğu gibi buraya alıyorum.
Bu mektup bir kişinin özel bir hatırası, sadece kişinin kendisini ilgilendirdiği bir konu asla değil.
Bu mektup, bana göre tarihi bir belgedir.
Bu mektup, geçmişimizi anlatan, ülke durumunu gösteren en net, en belirgin bir fotoğraftır.
Bu mektup ortak yaşamın bir belgesidir.
Ülkenin eğitim konusunda yokluktan nasıl var olduğunu anlatan gerçek bir belgesel film gibidir.
*
Hocamın mektubu:
“Birçok soru ile başlamak istiyorum. Belki okurken bu kadar saçma soru mu olur demekten kendinizi alamayacaksınız biliyorum.
Mesela siz ilkokula ayağınıza çarıkla başladınız mı?
Sizin hiç tanıdık sıhhiye denilen askerde iğne yapmayı öğrenen, köy köy dolaşıp iğne yapan akrabanız oldu mu?
Sizin okulda silginiz olmadığında akrabanız olan sıhhiyeden penisilin şişe kapağını alıp, kaybolmasın diye ipe geçirip boynunuza takıp okulda gezdiniz mi?
Öğretmen okulunda harçlığınız olmadığı için kantine girmediğiniz oldu mu?
Siz, ilkokul sonunda öğretmen okulu, sonra Yüksek Öğretmen Okuluna seçilip sınavı kazanmanıza rağmen hazırlık lisesine gitmeme kararı aldınız mı?
Anne ve babanızın, oğlunun yatılı olarak eğitim enstitünün okumuş komşusunun uyarısı ile aileniz ikna edilip hazırlık lisesine gittiniz mi?
Sonra üniversiteyi kazanıp, babanız oğlunu üniversiteye kayıt için başkasından borç aldığını parayla okula gönderildiniz mi.?
Siz kayıt için İzmir'e vardığımızda cebinizde sadece 25 liran kalıp onun da kayıt parası olması nedeniyle, parayı yastık kılıfı içine koyup paranın olduğu kısmı yüzünüze gelecek şekilde ve elinizi yastığın altına koyup çalınmasın diye tedbir aldınız mı?
Zira bu paradan bir kuruş harcasan üniversiteye girememe korkusu yaşadınız mı?
Siz üniversiteye girdiğinizde, hemşerimiz olan son sınıfta ki abinizin ısrarı üzerine pastaneye gidip, garsonun pasta tanıtımını yaptığında sayılan çeşitlere yabancı kaldınız mı? Siparişler alınırken solunda bulunan ablanın sup dediğinde günü kurtarmak amacıyla benimki de ondan olsun dediniz ve supangilenin nasıl yeneceğini bilmediğimiz için, yanındaki ablaya bakarak yediniz mi?
Siz ilk defa muzu üniversitede yediniz mi?
Siz, bir kız arkadaşınızı veya herhangi bir arkadaşınızı pastaneye götüremediğiniz için üzüldünüz mü?
Siz, öğretmen olup görev yerine iki gömlek bir pantolon ile gidip üç ay aynı pantolon ile derse girdiniz mi?
Bunların hepsini yaşayan bir tanıdığınız oldu mu?
Şimdi diyeceksiniz ki bunlar hep kurgu. Oysaki bunları hepsini yaşayan benim?
Belki bunlar eskiden kaldı diyeceksiniz. Hadi onlar eskide kaldı. Şu an daha acılarını yaşayanların varlığını neden kabul etmiyorsun. Bunu asla söylemek istemezdim ama söyleyeceğim. Okulu bitirmeye bir yılı kalan ve ailesinin ekonomisi bozuk olduğu için okulu bırakanların olduğunu ve bu durumda olan kızlarımızın… Gözlerim dolu. Ağlamak üzereyim. Daha fazla yapamayacağım Cemal Ünal, 29.06.2025”
*
Son not olarak şöyle yazmış Cemal Hocam: “Bu yazı, babanı, beni ve bizler gibi binlercesinin yaşadıklarının sadece ufacık bir bölümü. Gözlerinden öpüyorum.”
Koskoca ömür bavulundan tatlı bir selam oldu benim için bu samimi sevgi sözü…
Hep deriz ya, insan kalbinde olanı verebilir, diye. Sevgi dolu, merhamet dolu, inanç dolu, memleket değeri dolu, kıymet bilme dolu, şiir dolu yüreğinizle, babacan tavırlarınızla çok değerli birisiniz Cemal Hocam,
Ellerinizden öpüyorum…
Sağlıklı yarınlar diliyorum.
İtiraf edeyim, ben de daha fazla yazmaya dayanamadım.
Bazı şeylere katlanacak kadar henüz büyümediğimi fark ettim.
Ne mutlu size ki, bu topraklara, bu insanlara hizmetleriniz çok büyük…
Ve yetiştirdiğiniz öğrencilerinizle ışığınızın aydınlığı devam ediyor.
Gözyaşlarınız mı?
Varsın olsun, gözyaşlarınız karanlık gecelerde bir yıldızdan öte, gündüzün güneşidir…
Bıraktığınız güneş yeter bize…
Benim için güneş, sizin gibilerin bilgisidir.
Benim için güneş, Atatürk’ün Işığıdır…
[Bu mektubu, benim bu yazımı rahmetli ilkokul öğretmenim babamın okumasını o kadar çok isterdim ki. İsterdim ki, karşımda olsun, ben bunları kendisine okuyayım, sarılayım, ağlayayım, yeterdi bana! Aşk Yazarı Mustafa Çifci- 07.07.2025]