Ayvalık medeni ve nevi şahsına münhasır bir şehir… Kim ne derse desin… Ve kızım Dila için - Edremit doğumlu olmasına rağmen - Ayvalık’ın yer

Ayvalık medeni ve nevi şahsına münhasır bir şehir… Kim ne derse desin… Ve kızım Dila için - Edremit doğumlu olmasına rağmen - Ayvalık’ın yeri bir başka...

Geçen haftalarda bir Pazar günü, Ayvalık’ta Kanelo Cafe’den yukarıya doğru yavaş yavaş geliyorduk. Yakıcı olmayan bir güneş arada görünüyor, sonra da bulutların arasında kayboluyordu.

Epeydir dar sokaklarda dolaşmış, tenhalığın, Arnavut kaldırımlarının tadını çıkarmıştık.

Dila, ısrarla denize taş atmak istiyordu ve ben buna izin vermiyordum. Bir ara sol taraftaki mekânların birisine (iç kısmına) baktığımızda, birkaç balon ile birlikte - bir aile - oyun oynuyordu.

Ortalarında konuşmayı yeni sökmüş, sevimli bir kız çocuğu vardı. Ailenin ve minik kızın çok eğlendiği gözlerden kaçmıyordu. Dila’nın balonlara ve eğlenceli oyuna istekle baktığını hissettim.

Mızmızlanmasın veya ‘olmayacak’ bir istekte bulunmasın diye kızımın elini biraz daha sıktım, Atatürk heykelinin önüne yürüdük, mekân bir hayli gerilerde kaldı.

Bu arada Dila denize taş atmaktan vazgeçmişti, yeni tutulup getirilmiş balıklara bakmak istediğini söylemeye başlamıştı.

Birden arkamızda ayak sesi oldu, tanımadığımız bir Amca bize yetişti. Elinde büyük, kırmızı bir balon vardı. Doğrudan Dila’ya odaklandı, “Ben senin balonlara nasıl baktığını gördüm, al bakalım bu senin,” dedi.

Benim bir şey söylememe fırsat vermeden hızlıca dönüp gerisin geri gitti. Dila peşinden “Teşekkür ederim,” diye bağırdı ama duyuramadı.

Şaşırdık, hazırlıksız yakalanmış her insan gibi ne yapacağımızı bilemedik ama çok sevinmiştik...

“Sanırım, insanlık ve medeniyet bu işte!” dedim kendi kendime. Bu devrin mesafeli ve kendini korumaya dayalı insan ilişkilerini düşünürsek adama minnettar oldum ve elimizde balon olduğumuz yerde öylece kalakaldık.

Üstelik bu Ayvalık’ta yaşadığımız ilk olay değildi. Yine böyle bir hafta sonu Armutçuk pazarındaydık. Dila’nın hareketli olduğu, oradan oraya koşturduğu günlerden birini yaşıyorduk.

Kış bitmişti, baharın çok yakıştığı Ayvalık’ta bin bir çeşit rayihalar/otlar birbirine karışmıştı ve bu kokular/yeşillikler insana yaşama sevinci ve mutluluk aşılıyordu.

Dolaşırken, her gördüğünden almak isteyen, ‘dur dinle’ bilmeyen Dila, birden tabanları yağladı pazarın içinde koşturmaya başladı ve bir yerde dengeyi kaybetti, dönemeci alamayarak meyve tablalarının üstüne doğru - bildiğimiz - uçtu.

Tablalar yıkıldı, meyveler saçıldı, insanlar bağırarak oraya doğru seğirtti, ben de korkuyla tutmaya çalıştım kızımı…

İyice korkan Dila ağlamadı. Sadece kendisine kızılmasından, “Yaptığını beğendin mi?” diyerek sorguya çekilmesinden korktu. Uysallaşmış bir yüz ifadesiyle etrafına kaçamak bakışlar atıyordu.

Dila’yı elimden kaçırdığım için öfkesini benden çıkarmasından ve ebeveyni olarak bana ileri geri laf etmesinden çekindiğim arkadaşa, “Kusura bakmayın bir zararımız varsa ödeyelim,” dedim.

Bazı eşyaları yıkılmış, sabahtan beri kurduğu düzeni bozulmuş pazarcı genç, kendinden emin bir şekilde, “Hiçbir şeyin önemi yok, yeter ki kızımıza bir şey olmasın beyefendi,” dedi.

Dağ gibi, koyu bir gölge gibi güven verici bu söz, Armutçuk pazarının içinde, sundurmanın kalın demirlerinde tablo tablo yankılandı. Burnuma daha güzel bahar ıtırları geldi.

Çünkü haberlerden seyrediyorduk, insanlar eften püften sebeplerle birbirine çatacak yer arıyordu. Hatta incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerden birileri öldürülüyordu bu ülkede.

Dila ile Ayvalık sokaklarının tadını çıkarırken buna benzer birkaç olay daha yaşadık bu güne kadar. Bazıları aklıma gelmiyor veya her şey yazıya dökülmüyor. Ayvalık insani fazlasıyla medeni… Kim ne derse desin… Ve bu sahil şehri, Dila’ya çok iyi geliyor.

Son olarak başrolünde benim olduğum bir şey daha aklıma geldi. 2008 yılı olmalı... Hâkimlerden/savcılardan birisi - tayini çıktığı için - gidiyordu. Ayvalık'ta veda yemeğindeydik. Vakit biraz geçince herkes üzerindeki gerginliği attı. Ufaktan oyunlar, kahkahalar yükselir oldu...

Aydın'lıyım diye arkadaşlar illa zeybek oynamam için tutturdular bir ara. İstanbul'da okurken kursa da gitmiştim üstelik. “Bildiğim kadarıyla oynayayım madem,” dedim.

Piste çıktım, orkestra, harmandalı, bir kaç adım, figür derken... Birden yaşlı bir hanımefendi belirdi gözümün önünde. Mekânın yakınından geçiyormuş. Hemen geldi, bana eşlik etmeye başladı. Tamamen doğal ve kendiliğinden… Zeybek oyunu da kavalyeyle daha bir başka oluyor tabii…

Sonra onu alkışlayanları selamlayarak yoluna devam etti. Dünya güzelleşti bir an, hoş bir anı olarak kaldı bu durum... Ve ben Ayvalık insanının kültürüne, hanım ve bey efendiliğine hayran kaldım.