Unut(tur)ulan bir halk, göğe hâlâ bakıyor.

Bir sabah uyanırsınız… Gök aynı gök, rüzgâr aynı yönden esiyor, ama artık adınızı hatırlamıyorsunuz. Kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi, neden yıldızlara bakarken gözleriniz dolduğunu bilmiyorsunuz. İşte o an başlar asıl sürgün: insanın kendi hafızasından kovulması.

Kızılderililer… Amerika’nın yerlileri olarak tanıdığımız bu halk, aslında buzlarla kaplı bir çağın köprüsünden yürüyerek geçmişti bu kıtaya. Türklerin Buzul Çağı’nda Bering Boğazı’nın donmasıyla oluşturduğu doğal geçitten geçerek Amerika’ya ulaştıkları teorisi, artık yalnızca bir efsane değil, genetik veriler ve kültürel benzerliklerle güçlenen bir gerçeklik. Onlar, doğudan batıya uzanan uzun bir yolculuğun son halkasıydı.

Dilleri, inançları, göğe bağlılıkları, atalarına duydukları saygı… Hepsi tanıdıktı. Çünkü onlar da tıpkı bizim gibi göğü baba, yeri ana bilirdi. Ay’a “kutsal kadın”, Güneş’e “yaşlı bilge” derlerdi. Davulun sesiyle ruhun yükseldiğine inanırlar, kurtlara soydaş gözüyle bakarlardı. Ağaçlara bez bağlar, dualarını rüzgârla gönderirlerdi. Eğer Anadolu’da bir Yörük kadınının gözlerine bakarsanız, Peru’da bir Quechua kadınının bakışıyla karşılaşırsınız. Aynı derinlik, aynı acı, aynı gurur.

Ama sonra beyaz adam geldi. Sadece topraklarını değil, kimliklerini de çaldı. Kültürleri “ilkel”, gelenekleri “masal”, dilleri “bozuk” sayıldı. Onlara yeni isimler verdiler: Apache, Navajo, Sioux… Oysa belki gerçek isimleri Barak’tı, Kıpçak’tı, Oğuz’du. Belki de göğü selamlayan her dua, Orta Asya’nın bozkırlarında da aynı titreşimle yankılanıyordu.

Barak... Türk kültüründe hem boy adı hem de göğe bağlı, güçlü bir soyun simgesi. Peru’da yaşayan bazı halklar kendilerine hâlâ “Barakacuna” diyor. Tesadüf mü? Yoksa tarihin en uzak çağlarında kopmuş ama tam kopamamış bir bağ mı bu?

Bugün hâlâ gökyüzüne bakıyorlar. Ellerinde kutsal tüyler, yüzlerinde savaş boyaları, kalplerinde bir kayıp hikâye. Adlarını unutmuş olabilirler ama yıldızları unutmadılar. Rüyalarında kurtlar geziyor, şaman davulları geceyi deliyor. Gökle konuşmayı sürdürüyorlar, ama artık kendi dillerinde değil; göğün kendi diliyle sessizlikle.

Ve biz buradan, binlerce kilometre öteden, onların bakışındaki tanıdıklığı seziyoruz. Çünkü onlar biziz. Unut(tur)ulan bir kolumuz. Dönüş yolu olmayan bir geçmişimiz.

Belki bir gün… Bir yıldız kayar, bir çocuk bir kuşun kanadında bir türkü duyar. Belki bir yaşlı kadın torununa göğe bakmayı öğretir. Belki de bir taşın üstündeki eski bir işaret, uyuyan bir hafızayı uyandırır.

Ve yeniden başlar her şey.

Hatırlamakla...