Sabit fikirli ve köhne düşünceli insanları kınamıyorum, yargılamıyorum da... Anlamaya çalışıyorum onları… Elimden geldiği kadar hak vermeye gay

Sabit fikirli ve köhne düşünceli insanları kınamıyorum, yargılamıyorum da... Anlamaya çalışıyorum onları… Elimden geldiği kadar hak vermeye gayret ediyorum.



Bazan kendimden pay biçiyorum. Çünkü ben de yıllar yılı Ford markasını Almanların olarak bildim.



Kimse söylemedi mi, ben bu gerçeği şeksiz şüphesiz kabul ettiğim için üstünde hiç düşünmedim mi bilmiyorum.



Ama bir gün bir ortamda, yürürken beton kolona çarpmış gibi oldum ve Ford’un Amerikan menşeli olduğunu öğrendim.



Ford Motor Company, Henry Ford tarafından Highland Park, Michigan, ABD'de 16 Haziran 1903 tarihinde kurulmuş ve dünyanın ilk otomobil üreticisi olarak kabul ediliyormuş.



Uzun bir süre bu gerçeği beynime kabul ettirmek için uğraş verdim. Anlayamıyordum, anlamlandıramıyordum.



Nasıl olurdu, sağlamlığı ile nam salmış Ford, Alman olmalıydı. “Alırsın Ford, olursun Lord!” diye boşuna mı demişlerdi. Hem Ford kelimesinin söylenişinde bile bir Alman aksanı vardı.



(Aslında bunların hepsinin zihnimin uydurmaları, küçük tatlı oyunları olduğunu sonradan acıyla, biraz da kahkaha atarak öğrendim.)



Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, şimdi bile, Ford arabalarının konusu açıldığında, markanın sağlamlığı veya küçük aksaklıkları konuşulduğunda, ilk önce aklıma Alman geliyor, zihnim kuzeye gidiyor, ardından o ağır gerçeği kendime hatırlatıyorum, vahşi batıda karar kılıyorum.



“Yok ya hu, Ford Amerikan malı,” diyorum kendime, sonra.



İşte bu yüzden, yıllar önce girilmiş, galatlı, çağdışı kazanımlar, bakış açıları öyle kolay kolay değişmiyor mirim…



Dedim ya, sabit fikirli ve köhne düşünceli insanları kınamıyorum, yargılamıyorum da... Anlamaya çalışıyorum onları… Elimden geldiği kadar hak vermeye gayret ediyorum.



Ama yeter ki gerçeği gördüklerinde, doğrusunu bulduklarında eski görüşlerinde ısrar etmesinler, körü körüne yanlışlıklara inanmaya devam etmesinler…



Bir gün Ford markasının Alman olmadığını öğrendiklerinde inatla ve ısrarla bunu sürdürüp, “Hayır, bir yanlışlık olmalı, Ford Alman malı,” demesinler. Güneşi balçıkla sıvamaya kalkışmasınlar…



Sorgulasınlar, sorsunlar, okusunlar, araştırsınlar, doğrusunu bulmak için uğraş versinler, yani her ihtimale karşın acaba desinler…



Çünkü ne geldiyse başımıza bir şeylere körü körüne inanmaktan, gerçeği görmemize rağmen yanlışta ısrar etmekten, sorgulamamaktan, içi boşaltılmış itaat kültüründen, liyakati kendimizden uzak etmekten, bizden, mahallemizden olanı kendimize yakın görmekten geldi…



İtaat kültürünün ve adam kayırmanın olduğu tüm yapılar yıpranıyor. Liyakatin olmadığı, işini iyi yapanın ön plana çıkarılmadığı bütün kurumlar çökmeye mahkûm… Bu tüm dünyada böyle…



Bunun yanlışlığı bilinmesine ve bundan çok çekmesine rağmen Türkiye’de her yerde bir itaat kültürü vurgusu yapılıyor, aynı mahalleden ve görüşten olanların birlikteliği dikkati çekiliyor.



İnsanların başarılarının veya yapamadıklarının konuşulmadığı organizmalar, farklı fikirlere alan açılmayan yapılar, kurumlar nereye kadar dayanabilir acaba.



Bazı önemli şirketlerde sadece açık, hata bulan insanlar çalıştırırmış diye okumuştum bir yerde…



Aynı şeyleri söyleyen, her yaptığını şeksiz şüphesiz onaylayan ve senin açıklarını bulmayan kişi seni ne kadar geliştirebilir ki… Veya onun seni gerçekten sevdiğine ne kadar inanabilirsin…



Bu yüzden adı geçen şirketler böyle bir uygulamaya gitmiş. Üstelik aşağı yukarı hepsinin daha iyi yerlere geldiği sonucu ortaya çıkmış.



İnsanlar paranoyak olmasınlar, aşırı şüpheci davranmasınlar ama kendilerine gereğinden fazla iyi davranan insanları gözetsinler, lüzumundan fazla övenlere karşı kısmen kuşkucu olsunlar…



Sonra… İşini iyi yapan, görevini ve sorumluluğunu bilenleri sevsinler, liyakati ön planda tutsunlar ve hatalarını, zaaflarını, bilmeden yaptığı şeyleri yüzlerine söyleyenleri hayatlarında daha çok bulundursunlar.



Yoksa hiçbir şey değişmez, özelde ya da genelde havanda su dövmeye devam ederiz.



NASA Mars’taki kum tepelerinden bahsederken biz bildiğimizi okumayı, örneğin birlik olmaktan falan bahsetmeyi ve eski dertlerimizden (çok) çekmeyi sürdürürüz.