Toplumların kendilerini yönetecek kişileri belirli yasalar ve kurallar doğrultusunda seçme esasına dayanan seçim demokrasinin vazgeçilmezidir.
Türkiye eskilerin deyişiyle seçim sath-ı mailine girdi.  Bu kritik seçimin öncekilerden farklı anlam taşıdığı çok açıktır. Büyük olasılıkla da ülkemizin kader seçimidir.
Siyasi parti liderleri meydanlara indiler;  mitingler, kapalı salonlarda söyleşiler yapılıyor, çarşı pazarlarda vatandaşları dinliyorlar, medya tümüyle seçime odaklanmış durumda… Televizyonlarda aynı görüşte olanlar birlikte program yapıyor, karşı görüştekilere yer verilmiyor. Kısacası kendileri çalıyor, kendileri oynuyor.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda yaşadığım seçimleri hatırlıyor ve sonra günümüzdekilerle karşılaştırıyorum. Öncekilerle bugünler  arasında uçurumlar var.
Kuzguncukta yaşadığım çocukluk yıllarımda ilk seçim sandığına babamla birlikte gitmiştim. Babam 1946 seçiminde oyunu kullanırken benide yanında götürmüştü. O günün seçimi bugünkülerden çok farklıydı. Babam bir gün öncesinde eline kâğıt kalemi almış, karma bir liste hazırlamış, görevliye ben kendi listemi hazırladım diyerek sandığa atmıştı. O günlerde seçime katılacak siyası partilerin posterlerini kim getirdiyse getirmiş,  evin girişinde limonluk dediğimiz yere asmıştı. Bunlardan biri çok dikkatimi çekmişti. Bu seçimde kullanılan yeter söz milletindir diyen bir elin resmiydi.
II. Dünya Savaşının sona ermesinden sonra 21 Temmuz 1946 yılında çok partili milletvekili seçimi yapılmıştı. Seçimden önce;  5 Haziranda milletvekili yasası değiştirilmiş, cumhuriyet tarihinde ilk defa tek dereceli seçim açık oy ve gizli sayımla çoğunluk sistemine göre uygulanmıştı.  CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın kurduğu Demokrat Parti, CHP ile Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi ile bağımsız adaylar seçime katılmışlardı. Seçim sonucunda CHP 397, Demokrat Parti 61, bağımsızlar 7 milletvekilliğini kazanmışlardı. Oysa bu seçim tarihimize şaibeli olarak geçmiş, ancak bu iddia tam olarak aydınlatılamamıştı.  
O yıllarda toplum demokrasiye henüz hazır değildi. Savaş sonrası dünyada siyasi ve ekonomik yönden değişim yaşanıyor, faşist diktatörlerin çoğu devrilmişti. Savaşı kazanan ABD, İngiltere, Fransa gibi devletler demokrasiden yana tutum izlerken; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ise tek liderin yönetimindeydi. Bu yönüyle dünya ülkeleri iki bloğa ayrılmıştı. Böyle bir ortamda Sovyetler Boğazlardan hak, doğuda da toprak talebinde bulunuyordu. ABD savaşta zarar gören ülkelere Marshall yardımı yaparak onları ekonomik ve siyasi yönden kalkındırmanın yanı sıra  demokrasiyle yönetilmelerini  istiyordu.. Yıllar sonra bunun emperyalizmi başlatacağı anlaşılmıştı.  Türkiye’de Marshall yardımından pay alabilmek ve Sovyetlerin isteklerine batı bloğuna katılmak için biraz erken demokrasiye geçmiştir.
Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda 14 Mayıs 1950 seçimini yakından izlemiştim. Demokrasi tarihimizin dönem noktalarından biri olan bu seçimde Demokrat Parti çoğunluk sisteminden ötürü çok sayıda milletvekilliği kazanarak iktidara gelmişti. Bu tarihi seçimde %53.59 oy alan Demokrat Parti 408 , %39.98 oy alan CHP 69 milletvekili çıkarmıştı. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki; çoğunluk sisteminde bir ilde oyların çoğunu alan parti o ilin bütün milletvekilliğini kazanıyordu. 1950 seçiminde milletvekili sayısında fark bundan kaynaklanmıştı. Seçimin kaybedilmesi üzerine bazı komutanlar Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den talimat beklemişlerse de; İnönü onlara ”Milli irade gerçekleşmiştir. Halkın istediği şekilde iktidar devredilecektir. Bunu herkes içine sindirmelidir” demiştir. İnönü 27 yıllık tek parti yönetiminden sonra iktidarı kansız, kavgasız olarak sandıktan çıkanlara teslim ederek muhalefete geçmiştir.
Çocukluk gençlik yıllarımda yaşadığım seçimler günümüzden oldukça farklıydı. Seçime girecek partilere o günlerde televizyon henüz ülkemize girmediğinden radyo da her gün 15-20 dakikalık eşit propaganda haklı tanınmıştı. Bu programlarda liderler dışında diğer adaylar da konuşabiliyorlardı. Parti veya kendilerini yapacakları işleri anlatırken birbirlerine hiçbir şekilde kötü sözler söylemiyorlardı.  Televizyonun yayına başlamasıyla birlikte liderler ve adaylar açık oturumlarda tartışıyor, siyasi ve toplumsal adabın dışına çıkmıyorlardı. Bu konuda bir önek vermek isterim; Parti Başkanı Erdal İnönü hastaneye yattığında Süleyman Demirel kendisini ziyarete gitmişti. Kısacası birbirleriyle dostça konuşuyorlardı.  Meydanlardaki mitingleri izlemek hoşumuza gidiyordu ve en çok da Osman Bölükbaşı’nın konuşmalarını kaçırmıyorduk. Lise ve üniversite yıllarımızda farklı partilere görül vermiş arkadaşlarla birbirimizi kırmadan tartışıyor, fikir alışverişlerinde bulunuyorduk.
Kısacası güzel günlerdi.
Günümüz seçimlerine bakıyorum bazı liderler, bakanlar birbirlerine siyaset dışı, hakaret içeren sözlerle yükleniyorlar. Seçime ihtilal, işgalci,,küffar,terörist siyasi mevta  diyenleri rakibe yuh çektirenleri  görmek insanı gerçekten üzüyor.