Bize özgü tuhaflıklar az değil. Şu yerle gök arasında nice millet gibi yaşayıp giderken geçtiği zamanda ve zeminde derin izler bırakmış kavimle

Bize özgü tuhaflıklar az değil. Şu yerle gök arasında nice millet gibi yaşayıp giderken geçtiği zamanda ve zeminde derin izler bırakmış kavimlerden biriyiz. Tarihin izbe derinliklerinde kalmış sadanın hatırı sayılır bir yekûnu da bize ait yine. O sadalara ki at kişnemeleri, kılıç kalkan sesleri, değirmi yüzlü savaşçı naraları karışmış ve nihayetinde efsanelerin içinden çıkıp bugünkü muazzam vatanımıza gelmişiz. Ne de iyi etmişiz değil mi? Bu bir kader ve sanıldığı üzere kader, salt bireysel bir şans oyunu değildir, toplumsaldır da aynı zamanda. Adına Dünya denen bu cehennemde -cehennem diyorum çünkü cennetten kovulmuş Âdem’in neslindeniz.- bireyden topluma uzanan bir kader çıkmazında bugünlerde her ne kadar yolumuz karanlık ve tehlikelerle dolu olsa da her acının sonunda bir ferahlığın olduğunu çıkarmayacağız aklımızdan. Bunun böyle olduğunu, gene güneşli güzel günlere uyanacağımızın ipuçları yarınlarda olduğu kadar mazimizde de apaçık duruyor.
Millet olarak tarihin kaydettiği kaç büyük badire atlatmışızdır kim bilir. Eminim çoktur. Fakat en ağırının üstünden 100 yıl bile geçmedi. XX.yy’ın ilk çeyreğinde bir ölüm-kalım mücadelesi verdik resmen. Ya istiklal ya ölüm, diyen inançlı bir başkomutanın önderliğinde dünya sahnesinde oyuna ağırlığımızı tekrardan koyduk ve dengeleri lehimize sonsuza dek değiştirmeyi bildik.
Tam da burada şöyle bir soru sormamız icap etmez mi: Kader, son ana kadar hangi karta oynayacağını her ihtimali göz önünde bulundurarak oynayan aman vermez bir oyuncu olmuyor mu? Aksini düşünmek zor biraz; zira yaşayacaklarımızı bir kenara bırakın, yaşadıklarımız dahi kaderimiz oluyor ve sanki kaderimiz, biz yaşadıktan sonra yazılıyor, öncesinde levhada bir harf bile yok.
Bu cümleleri geçenlerde devlet büyüklerimiz “Ya istiklal ya ölüm.” sözünü Atatürk’ten neredeyse 95 yıl sonra yeniden sarf ettiği için yazdım. İkinci kelimenin tarihimizdeki yeri malum. Öyle ki Cumhuriyetimiz de bu kelime üzerine bina edilmiş. Bağımsızlık manasına gelen “istiklal” ulusal marşımıza bile adını vermiştir ve hayat-memat meselesinin hayat kısmına dairdir; dolayısıyla ölümün zıddıdır. Var ile yok, olmakla olmamak, kurtuluşla esaret ve hep ile hiç de istiklal ve ölüm arasındaki bağla çok yakın mealdedir. Bu tarihten yaklaşık bir asır evvel istiklale ulaşmak için ölümü dahi göze almıştık. Ne derler bilirsiniz, tarih tekerrürden ibarettir. Ama tabii, bir felaket senaryosu da yazmaya gerek yok. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti 95 sene evvelki haliyle kıyaslanamayacak ölçüde güçlüyse aynı şekilde düşmanlar da eskisi gibi değil. Gizli olan düşman 15 Temmuz sonrası yenilmenin ve ifşa olmanın verdiği hırsla amaca giden her yol mubahtır, şiarıyla ittifaklar yapıp her cenahtan saldırıya da geçse 30 Ağustos ruhuyla bu belayı da def edeceğiz hiç kuşkusuz.
Aslında bugünün anlamı bugünlerde daha bir mühim. Bize nasıl bir millet olduğumuzu, tarihimizi, kimliğimizi hatırlatıyor. Ol sebepten Zafer Bayramı’nı toplumun her kesiminin çok iyi idrak etmesi ve sahiplenmesi gerekiyor. Elinde hiç’ten sadece bir iki şey kalmış bir milletin yedi düvele karşın inanarak nasıl var olduğunun en canlı belgesidir 30 Ağustos’la nihayete eren İstiklal Savaşı’mız. O halde bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ferdi olarak şunu düşünmeliyiz: Devleti yönetenler “Ya istiklal ya ölüm.” diyorsa onlara inanmalı ve gözlerimizi dört açıp içten yahut dıştan gelecek her tehdide karşı uyanık olmalıyız. Sonuç olarak “biz” olmaktan başka çare yok. Biz olmak gibisi yok.