Allah’ın her şeyi olmadan önce takdir etmesi, plânlaması demek olan kader ve dilediği gibi hareket edebilme, seçim gücü ve irade denen cüz’i ihtiyarî; İslâmiyetin ve imanın nihayet / son hudud ve sınırlarını gösterir. Hâlî ve vicdanî bir imanın / inancın cüz ve kısımlarındandır. Yoksa ilmî / bilimsel ve nazarî / teorik değillerdir.

“İman, dil ile ikrarın öncesinde kalb ve vicdanda vukubulur. Kulun, Rabbi ile olan irtibat halidir. Bu sebeb ile kadere imanın kalbî, hâli ve vicdanî olması insanın tabiatına, eşyanın hakikatına ve imtihanın sırrına çok da muvafık bir tesbittir. Kalben kabulün sonrasındaki dışavurumların hepsi, haldeki, içdeki murakabe ve muhasebenin resmidir, izdüşümüdür.” (Mehmet Çetin)

Mü’min / inanan, her şeyi, hatta fiilini / davranış, iş ve hareketlerini ve nefsini Cenabı Hakka vere vere, tâ nihayette / sonunda teklif, mes’ûliyet ve sorumluluktan kurtulmaması için, cüz’i ihtiyarî önüne çıkar.

Ona “Mes’ul / sorumlu, mükellef ve yükümlü sensin” der. Sonra, ondan sudûr eden / meydana gelen iyilikler ve kemalât / olgunluk ve mükemmellikler ile mağrur olmaması, gururlanmaması ve kibirlenmemesi için, kader karşısına dikilerek der ki: “Haddini / yetki ve sınırını bil, yapan sen değilsin.” Evet, iman ve İslâmiyetin nihayet / son mertebelerinde; kader, nefsi gururdan alıkor. Cüz’i ihtiyarî / serbest hareket etme kabiliyeti ise insanı; sorumsuzluktan kurtarır. Nitekim işte bu sebepten ötürü kader ve cüz’î ihtiyarî; iman mes’eleleri arasına girmişlerdir.

Yoksa mütemerrit / inatçı, kötü fiilinde direnen kötülüğü emreden nefislerin işledikleri seyyiat, günah ve kötülüklerin mes’uliyet ve sorumluluklarından kendilerini kurtarmak için, kadere yapışmak doğru değildir.

Onlara nimet olarak verilen güzelliklerle iftihar etmek / övünmek, gururlanmak yanlıştır.

Cüz’i ihtiyarîsine yani iradesine istinat etmek / dayanmak; bütün bütün kader sırrına aykırıdır.

Cüz’i ihtiyarîyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî / bilimsel mesele ve problemler değildir.

Evet, manen ilerleyip yükselmeyen avam / halk tabakası içinde, kaderin kullanım alanı var.

Fakat o da geçmişe ait şeyler hakkındadır. Güçlük ve felâketler hususundadır ki, ümitsizliğin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa günah ve isyanlar ve geleceğe ait şeyler hakkında değildir ki, sefahate ve tembelliğe sebep olsun.

Demek, kader meselesi teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil.

Belki fahir ve gururdan kurtarmak içindir. İşte bu yüzden imana girmiş.

Cüz’î ihtiyarî, günah ve kötülüklere kaynak olmak içindir.

Bu sebeple akide ve inanca dahil olmuş / içinde yer almıştır.

Yoksa iyilik ve güzelliklere mastar ve kaynak olarak, fir’avunlaşıp

İyilikleri nefsine mal ederek kibirlenmek için değildir.

Evet, Kur’an’ın dediği gibi, insan, işlediği günah ve yaptığı kötülüklerden tamamen sorumludur.

Çünkü, kötülüğü isteyen odur. Seyyiat ve kötülükler, tahribat / yıkım ve bozmalar cinsindendir.

Zira, insan bir seyyie ve kötülükle çok tahribat ve yıkım yapabilir.

Böylece, müthiş / dehşetli bir cezayı da, hak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.

Fakat yaptığı hasenat, iyilik ve güzelliklerde; iftihara / övünmeye hiç hakkı yoktur.

Zira onda onun hakkı pek azdır.

Çünkü, hasenatı / iyilikleri isteyen ve iktiza ettiren ve gerektiren İlahî rahmettir.

İcat eden Rabbin güç ve kudretidir. İsteyen ve sebep; ikisi de Hak’tandır.

İnsan, yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile, onlara sahip olur.

Fakat seyyiat ve kötülüğü isteyen, insanın nefsidir. Ya istidat ile, ya ihtiyar ve isteği ile.

Nasıl ki güneşin ziyasından bazı maddeler, siyahlaşır ve kokuşur. Fakat o siyahlık onun istidadına aittir. Çünkü o seyyiatı; çok mesalihi / faydaları tazammun eden / içinde bulunduran İlâhî bir kanun ile icat eden, yine Haktır.

Demek, sebebiyet ve istemek, nefistendir ki mes’uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk / yaratma ve icat ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.