1894-1908 yılları arasında 14 yıl boyunca kesintisiz olarak Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın maiyetinde, Osmanlı Devlet Salnamesindeki resmî ismiyle

1894-1908 yılları arasında 14 yıl boyunca kesintisiz olarak Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın maiyetinde, Osmanlı Devlet Salnamesindeki resmî ismiyle “Mabeyn-i Hümayun-ı Cenâb-ı Mülûkne Başkâtibi” olarak görev yapmış Tahsin Paşa (1858-1933) şu günlerde tekrar hatırlandı. Sebebi de TRT1’de yayınına devam edilen Payitaht “Abdülhamid” dizisi. Sultan’ın yakınındaki bir kişi olarak tabiatıyla dizide o da boy gösteriyor.
Günümüzdeki “Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği” benzeri bir görev olan “Mabeyn Başkâtipliği” yapan kişiler daha sonra birer hatırat yazıp yayınlatmışlar. Tahsin Paşa’nın hatıraları da 1930-1931 yıllarında, önce Milliyet gazetesinde 170 bölüm halinde tefrika edilmiş sonra da Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları ismiyle 1931’de kitap halinde yayınlanmış. 23 Ocak 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki vefat ilanından öğrendiğimize göre, Tahsin Paşa 22 Ocak 1933 günü Erenköy’deki köşkünde vefat edip ertesi gün Eyüp Sultan’da defnedilmiş.
Tahsin Paşa’nın hatıralarında tabii ki çok kıymetli tarihi bilgiler var. Osmanlı İmparatorluğu’nun son devirlerindeki çok önemli bir padişahın en yakınında 14 sene bulunması sebebiyle pek çok ilginç olaya bizzat şahit olmuş. Ancak velinimeti Sultan İkinci Abdülhamid Han hakkında yerli yersiz “vehim, vehimli, vehimlilik” ve buna bağlı olarak “jurnal, jurnalci, jurnalcilik” gibi kelimeleri o kadar çok kullanmış ki Padişah’la ilgili olarak kafanızda neredeyse şizofren bir ruh hastası canlanıyor. İnsan ister istemez, sadece padişah ile devletin kurumları arasındaki yazılı ve sözlü irtibatı sağlayan, ama dünyanın o çalkantılı döneminde koskoca bir imparatorluğun yönetimiyle ilgili hiçbir sorumluluğu bulunmayan bir bürokratın bu yorumlarında haddini aştığını düşünüyor.
İşin ilginci Tahsin Paşa, 21 Temmuz 1905 günü Padişah’ı öldürmek üzere tertiplenmiş başarısız Yıldız Suikastına hatıralarında geniş yer ayırmış. Ama ne yazık ki hiç olmazsa bu olaydan sonra, “Hünkâr’ın vehimli, vesveseli olduğunu ve hiç kimseye güvenmediğini çok ön plana çıkardım. Hatta hastalık derecesinde olduğunu söyledim. Ama görüyorum ki haklıymış…” diyememiş. Padişah’ın bu “vehimliliğini” mazur gösterecek olaylar arasında, tahta geçtiği yıllarda şahit olduğu 30 Mayıs 1876’da amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişini, 4 Haziran 1876’da öldürülmesini ve 20 Mayıs 1878 günü yine Sultan Hamid’e yönelik Çırağan Baskınını unutmamak lazım.
Özellikle 15 Temmuz olayından sonra şahit olduklarımızdan anlıyoruz ki şu andaki yöneticilerimizin de aslında “vehimli” değil “aşırı vehimli” olması lazımmış. Özellikle ordu, yargı ve polisteki yapılanmanın dudak uçuklatacak seviyede olduğu göz önüne alınırsa, bugüne kadar Cumhurbaşkanı’nı nasıl olup da bertaraf edemediklerini anlamaya beşer aklı kâfi gelmez.
İsterseniz yakın geçmişimizdeki bazı olayları hatırlayalım. Başbakan Erdoğan 17 Ekim 2006 günü Mercedes marka zırhlı makam aracında baygınlık geçirdi. Arabanın içindekiler telaşla Erdoğan’ı en yakın hastaneye yetiştirmek istediler. Hastaneye ulaşıldığında herkes araçtan indi. Söylendiğine göre araç da bu arada kendini kilitledi. Makam aracının kurşungeçirmez ve çok kalın olan camı önce demir bir çubuk sonra yakındaki bir inşaattan bulunan balyoz yardımıyla 8 dakikada ancak kırılabildi. Bu bir suikast girişimi mi yoksa bir aksilikler silsilesi miydi bilmiyoruz. Yine başka bir zaman Erdoğan rahatsızlandığında az kalsın Fethullahçı Terör Örgütüne bağlı hastanelerden birine yatırılacakken son anda MİT Müsteşarı’nın buna engel olduğunu, bugünlerde düzenlenen iddianamelerden öğreniyoruz. Eğer yatırılsaydı Allah korusun oradan sağ çıkmayacağını, şimdi hepimiz adımız gibi biliyoruz. Siyasi hayatı süresince Erdoğan’a yönelik bunun gibi 30 civarında suikast girişiminde bulunulduğundan söz ediliyor. Biz sade vatandaşlar olarak tabiatıyla sadece basına yansıyanları duyuyoruz.
15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin birinci hedefinin ise Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu kesin. Batı’daki bazı ağızlar darbe gecesi nasıl olup da bu hedefe ulaşılamadığına şaştıklarını açık açık söylediler. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden darbe girişiminden ancak 40 gün sonra gelip Cumhurbaşkanı ile görüştü. Darbenin elebaşının kendi ülkesinde olduğu ve eylemi oradan yönettiği apaçık ortada iken sarf ettiği şu sözler çok komikti: “Biz olaylar olurken bunun gerçek olup olmadığını veya bir internet oyunu olup olmadığını, ciddi olup olmadığını anlayamadık.”
Sky News diplomasi editörü Tim Marshall, İngiltere’nin devlet televizyonu BBC’de katıldığı bir programda “Darbecilerin en önemli hatasının Erdoğan’ı öldürememek” olduğunu söyledi. Fransa’nın tanınmış uluslararası ilişkiler profesörlerinden Philippe Moreau Defarges, daha geçen hafta Fransız BFM Business ekonomi kanalında “Gördüğümüz kadarıyla hukuki yol kapandı, bundan sonrası ya iç savaş ya da söylenmesi zor bir hipotez ama Erdoğan’ın öldürülmesidir. Böyle bir ortamda suikastı unutmayalım.” dedi.
112 sene önceki Yıldız Suikastı, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ı öldürmek amacıyla Ermeni kökenli, Belçika uyruklu terörist Charles Edouard Joris ve arkadaşları tarafından gerçekleştirildi. Viyana’da Nesselsdorfer Wagenbau-Fabriks-Gesellschaft firmasına özel olarak yaptırılan bir faytonun içine 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası yerleştirilmiş ve Fransa’dan getirtilen çok dakik bir saatli bomba kullanılmıştı. Patlamada çoğu asker 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmıştı. Elebaşı Joris suçunu itiraf etmesine rağmen Belçika ne yapmıştı dersiniz? İstanbul’daki büyükelçisi aracılığıyla Hariciye Nezaretine bir nota göndermiş ve vatandaşı Joris’in cezasını Belçika’da çekmesi için iadesini istemişti.
Peki yıllar yıllar sonra, 75 yaşında bir vaizin yalnız başına kotarabileceği bir iş olmayacağına, ilkokul çocuklarının bile aklının ereceği 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Batı nasıl davrandı? Bu defa pişkinliklerinin yanı sıra öyle acemice davrandılar ki “işin içinde olmadıklarını” ispat için bizzat devlet başkanı veya başbakan seviyesinde Ankara’ya koşup “Geçmiş olsun.” demeyi bile akıl edemediler. “İşin içinde olduklarını” ispat edercesine suçüstü yakalanmış bir mücrim gibi susup kaldılar. Katiller bile çoğu zaman öldürdüklerinin cenaze namazına katılır. Ama bunlar sonuçtan o kadar emindiler ki o bekledikleri “sonuç” -çok şükür- gerçekleşmeyince uzunca bir süre nasıl davranacaklarını bilemediler.
Yazımın başında “yalnız sultan” İkinci Abdülhamid Han’ın boynuna asılan “vehimlilik” yaftasına geri dönüyorum ve diyorum ki keşke Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da onun kadar “vehimli” olsaydı. Belki o zaman bu Feto belası milletimizin başına bu derece çöreklenmezdi.