Dil, Tarih ve Din'i doğru bir şekilde bilmeyenleri birbirine düşürmek çok kolay. Aralarında fitne fesat çıkarmak işten bile değil. Söz sihir gibi

Dil, Tarih ve Din'i doğru bir şekilde bilmeyenleri birbirine düşürmek çok kolay. Aralarında fitne fesat çıkarmak işten bile değil.
Söz sihir gibi etkiler. Menfî ve yalan bir söz; kıvılcım misâli, içten içe, merkezden dışa doğru yavaş yavaş, yanıp yakar. Bir süre sonra da birden bire alevlenir ve artık söndürmek zor olur. Olursa da nice canlara mâl olur.
İşte bugün Orta Doğu'da ve özellikle Türkiye'de yazık ki yapılan budur. Eskimeyen ve etkisinden hiç bir şey kaybetmeyen yalan, iftira ve yanlış, sinsi ve sokucu telkinât ve kulaklara fısıldanan kışkırtıcı, nefret ve isyan ettirici zehirli üfürük ve soluklar; kitleleri harekete geçiriyor. Etraflarına dehşetler saçtırıyor. Yakıp yıktırıyor. Öldürtüyor. Kör bir canavar gibi şuursuzca etraflarını kan gölüne çevirtiyor. Enkaz yığını hâline getirtiyor.
Aslında en büyük zararı kendilerine verdirerek bindikleri dalı kestiklerinin farkında bile olmuyorlar. Fakat sonunda kendi fecî sonlarını da hazırlamış oluyorlar.
Sonunda pişman oluyorlar ama, artık pişmanlık fayda vermiyor. Bu gibiler pişman olduklarına da pişman oluyorlar. Lâkin bu son pişmanlık da bir işe yaramıyor.
Batılı ajanların ve içimizdeki beyinsizlerin; sinsice ve aralıksız olarak kulaklara fısıldadığı yanlış tarihin; harekete geçirdiği yığınlar; bir sel gibi etraflarını tarümar ediyor, yakıp yıkıyor, alıp sürüklüyor.
İster istemez dindiği / dindirildiği zaman ise geride; içinde böylelerinin de yer aldığı korkunç bir manzara bırakarak tarihteki ibretlik yerlerini alıyor / alacaklar.
İşte yalan yanlış bilgilerle kendilerini farklı bir merkezde yaşıyor sananlar; kendilerini Aziz ve Mübarek Türk Milleti'nden ayrı-gayrı görerek; Devlete, Millete, Vatana kara çalanların, Resmî Batı'ya âlet olanların; bilmek ve görmek istemedikleri gerçekleri; o toprakların araştırıcı ve hakikat aşığı bir ferdi; o yerlerin hakîkî geçmişini gözler önüne şöyle sermektedir:
“Ziya Gökalp, 8 Ağustos 1922 tarihinde...Prof. Dr. Fuat Köprülü'ye bir mektup yazıyor Diyarbakırdan...Bu mektup...önemli bir belge ve Kürtçülerin suratına etkili bir sille...O mektûbun bilimlik olan yerleri:
“ 'Burada halk masallarını topluyorum, bazılarını Küçük Mecmua'da göreceksiniz. Lisan hususunda ilmî usule tamamiyle riayet mümkün olmuyor, çünkü iyi bir masalcı bulamadım. Folklorün halk itikadlarına ait kısmını toplayacağım. Diyarıbekir'in eski şarkılarını terennüm eden yaşlı hanendelerinden eski besteleri nota ettiriyoruz. İstanbul'a tab'ı kolay olursa millî musikimize esas olacak olan bu halk nağmelerinin notalarını göndereyim.
“ 'Bundan başka buradaki Türk, Kürd ve Arap aşiretlerine dair etnografik tetkikat da yapıyorum, bu sa'ylerden (çalışmalardan) Diyaribekir'e mahsus küçük etnografi enstitüsü meydana gelecek. Bazı arkadaşlar da Diyaribekir'in arkeolojisi ile meşgul...Bir taraftan da arkeoloji müzesi tesis etmek üzereyiz. Diyaribekir, arkeoloji ve mimari nokta-i nazarından çok zengin bir yerdir. Sûr'unun, camilerinin her taşında ya bir yazı, yahud bir resim görülür. Resimlerin çoğu Selçukîlere ve Akkoyunlulara aittir. Artukîlerin Arapça unvanları sayıldıktan sonra, Türkçe unvanları da şu suretle sıralanıyor: Alp İnaç Yabgu Kutluk Beğ...Görülüyor ki Artukîler de Yabgu, yani il sahibi beyler imişler. Bu il, Diyaribekir'in ilk Türk ahalisini teşkil etmişler. Sonradan Harezm Yörükleri, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve en sonra Timur Leng'le gelen Türkmenler burada izlerini bırakmışlardır. Burada Halaçlar ibtida Kürdleşmiş, şimdi de Araplaşıyor. Kanglılar, bir pirinç mezrasına adlarını vermişler: Kanglı Madrabı. Oğuzlar, Karacuk Dağı'nı buraya Karacadağ namıyla getirmişler. Burada Kürdleşmiş Karakeçiler ve Türkân Aşireti sâkindir. Kanglı Madrabı da buradadır. Diyaribekir köylerinin, hele Karacadağ civarındaki bütün köylerin ve pınarların isimleri Türkçedir. Daha uzakta Begdili ve Döger boyları var. Cerblus'ta Begdililer Türkçeden başka lisan bilmiyorlar, halbuki Siverek ve Urfa arasında yaşayan Begdililer ve Dögerler Kürdçe konuşuyorlar.
Rakka civarında yaşayan Dögerler de Türkçe'den başka dil bilmezler.
“'Cerablus'ta boy-beylerinden başka il-begleri de var. Boy'un taksimatına 'oymak' nâmı veriliyor; hattâ Karkın Boyu da, Begdili oymaklarının birinin adı olmuş.
“ 'Ozan kelimesi de burada izlerini bırakmış. Diyaribekir'in Rum Kapısı semtinde bir sokağın adı Ozan Küçesi'dir. Şark nahiyesi köylerinden birinin adı Ozan-Kışla'dır. Bazı mâniler de mahfuz kalmıştır:
“ 'Ağlaram ozan gibi / Kaynaram kazan gibi / Sarı sarı yapraklar / Dökerim hazan gibi.
“ 'Çok dertli dertli söylenen adama da 'Ozan mı oldun?' derler. Hülâsa burası, filoloji, etnografi ve folklore nokta-i nazarından tetkike lâyık olan bir memlekettir.' “ (Cazim Gürbüz, Yeniçağ, 29 Eylül 2015, s. 13)
Evet, Anadolu'daki varlığımız 1071 Malazgirt Zaferi'nden çok öncelere dayanıyor.
Araştırmacı - Yazar merhum Servet Somuncuoğlu (Bursa, 1964 – İstanbul, 6 Ağustos 2013):
“Sibirya'dan Anadolu'ya Taştaki Türkler” adlı eserinde Türk Tarihi'nin ilk kaynaklarını sunuyor.
“Saymalıtaş – Gökyüzü Atları”nda Türk Tarihi'nin kaya resimlerindeki izlerini gözler önüne seriyor..
“Damgaların Göçü – Kurgan” isimli yapıtında ise, Türkler'in Anadolu'ya girişini Malazgirt'ten çok önceye taşıyan keşfini nazara veriyor. Ki bu tespitler yabancı kaynaklarda da geçmektedir.
Hele Prof. Dr. Kâzım Mirşan'ın (D. Kulca, 4 Temmuz 1919) Türk Tarihi ve Kültürü hakkında yazdığı sayısız eserlerden biri olan “Anadolu Prototürkleri” adlı eseri ise, bu konuda dikkatle mütalâa olunacak bir kitaptır.