O günkü ismiyle Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma namazının ardından Ankara’da törenle açıldı. M


O günkü ismiyle Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma namazının ardından Ankara’da törenle açıldı. Meclis’in 24 Nisan 1920 Cumartesi günkü ikinci birleşiminde, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa uzun bir konuşma yaptı. Konuşmasının bir yerinde “Osmanlı Devleti diğer herhangi bir devlet gibi hükümdarının cismani nüfuzu etrafında şekillenmiş değildir. Saltanat makamı aynı zamanda Hilafet makamı olduğundan Padişahımız, İslâm toplumunun da reisidir. Çalışmalarımızın birinci gayesi ise, Saltanat ve Hilafet makamlarının ayrılmasını amaçlayan düşmanlarımıza Millî İrade’nin buna uygun olmadığını göstermek ve bu mukaddes makamları yabancı esaretinden kurtararak ülü’l-emrin yetkisini, düşmanın tehdit ve zorlamasından serbest kılmaktır.” diyerek Ankara hükûmetinin esas amacının, saltanatın hilafetle birlikte muhafaza edilmesi olduğunu vurgulamıştı (Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, c. 1, Ankara 1920, s. 35).
Büyük Millet Meclisi’nin 25 Nisan 1920 Pazar günkü üçüncü birleşiminde, daha önceki birleşimde alınan karar gereği hazırlanan “Büyük Millet Meclisi’nin Memlekete Beyannamesi” başlığı altında bir metin, Antalya Milletvekili Hamdullah Subhi (Tanrıöver) Bey tarafından okunarak alkışlarla kabul edildi ve Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla yayınlandı. Bu beyannamede Meclis’in, “Halife ve Padişahımızı düşmanın baskısından kurtarmak, Anadolu’nun parça parça şunun bunun elinde kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine Anavatan’a bağlamak için” çalıştığı anlatılıyor, “Biz vekilleriniz Cenabı Hak ve Resul-i Ekrem’i adına yemin ederiz ki Padişah’a ve Halife’ye isyan sözü bir yalandan ibarettir.” deniyor ve “Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun, rahmet ve yardımı Halife ve Padişahımızı, millet ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın!” duasıyla sona eriyordu (Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, c. 1, Ankara 1920, s. 64-65).
RÜZGÂR TERSİNE DÖNÜYOR
Fakat şartlar zaman içinde öyle hızlı gelişti ki İstanbul’daki Halife ve Padişah’ı düşmanın elinden kurtarmak amacıyla Ankara’da açılan Meclis, bu tarihten sadece 2,5 sene sonra saltanatı, 4 sene kadar sonra da hilafeti kaldırdı.
1 Kasım 1922’de Meclis’te alınan 307 numaralı “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp TBMM Hükümeti kurulduğuna dair Genel Kurul kararı” ve 308 numaralı “TBMM’nin, hâkimiyet ve hükümranlık haklarının gerçek temsilcisi olduğuna dair Genel Kurul Kararı” ile “İstanbul’daki padişahlığın kaldırılmış olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin geçtiği” belirtiliyor ve “Hilafet, Hanedan-ı Âl-i Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, bu hanedanın ilmen ve ahlaken en olgun ve en iyi olanı seçilir.” deniyordu (3. Tertip Düstur, c. 3, Ankara 1953, s. 149 ve 152).
Bu kararın akabinde 36. ve son Osmanlı padişahı Sultan Vahîdeddin 17 Kasım 1922 günü, maiyeti ve oğlu Şehzade Mehmed Ertuğrul Efendi ile birlikte vatanı terk etmek mecburiyetinde kaldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 18 Kasım 1922 tarihindeki kapalı oturumlarında, Sultan Abdülaziz Han’ın oğlu Şehzade Abdülmecid Efendi’nin halife seçilmesi kararlaştırıldı (T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 3, Ankara 1985, s. 1063). Ardından geçilen açık oturumdaki halife seçimine 162 milletvekili katıldı. Kararlaştırıldığı gibi Abdülmecid Efendi’ye 148 oy çıktı. (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, c. 24, Ankara 1922, s. 584).
Meclis’in kendisini halife seçtiği, 19 Kasım 1922 günü Abdülmecid Efendi’ye tebliğ edildi. Halife’nin Topkapı Sarayı’ndaki biat kabul merasimi 24 Kasım 1922 Cuma günü gerçekleşti. Ancak aradan daha 16 ay geçmemişti ki 29 Şubat 1924 günü çıktığı Cuma selamlığı, Halife’nin son Cuma selamlığı oldu. TBMM, çıkardığı “Hilâfetin ilgâ ve Hanedan-ı Osmanî’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair 3 Mart 1340 (1924) tarih ve 431 numaralı kanun” ile Osmanlı Hanedanı’nın, Halife başta olmak üzere saltanat iddiasında bulunabilecek bütün erkek üyelerinin yanı sıra bütün kadın üyelerinin, bu erkek ve kadın üyelerin eşlerinin, kadın üyelerin erkek ve kız çocuklarının, en yaşlısından kundaktaki bebeğine kadar bir hafta içinde vatan haricine çıkarılarak sürgün edilmesine karar verdi.
156 KİŞİLİK SÜRGÜN LİSTESİ
94 yıl önce bu günlerde çıkarılan söz konusu sürgün kanununun kapsamındaki şehzade unvanını taşıyan 35 kişiyle birlikte son padişah ve son halife dâhil Hanedan’ın toplam 37 erkek üyesi bulunuyordu. Sultan denilen padişah ve şehzade kızları (42 kişi), bu sultanların sultanzade denilen erkek (16 kişi) ve hanımsultan denilen kız çocukları (16 kişi), ayrıca şehzade ve sultanlardan evli olanların zevç (18 kişi) ve zevceleri (27 kişi, aslında bu kategoride olanlar, mecbur olmadığı hâlde gidenler sebebiyle 27’den daha çoktur) ile birlikte kanunun saydığı kişi sayısı asgari 156'ya ulaşmaktaydı.
Sürgün, şehzadeler dışındaki erkekler ve kadınlar için 28, şehzadeler için 50 yıl sürdü. 16 Haziran 1952’de Hanedan’ın şehzadeler dışındaki üye ve mensuplarının vatana dönmesine imkân veren kanun çıktığında, 1924’teki sürgün listesinde bulunan 42 sultandan 18’i, aradan geçen 28 yıl içinde vefat etmiş bulunuyordu. Sağ olan diğerlerinin ve bu arada doğan yeni sultanların da bu izinden faydalanıp sürekli kalmak için vatana dönmesi son derece zordu. Vatana dönme izni çıkan bir sultan veya şehzade eşi, yasaklı babasını, kocasını veya oğlunu, bulunduğu ülkede bırakıp nasıl gelecekti? Dolayısıyla bu izinden aslında, fevkalade sınırlı sayıda kişi istifade edebilmişti.
Aradan yarım asır geçtikten sonra 15 Mayıs 1974’te şehzadeler için de vatana giriş izni verildiği zaman, 1924 Mart’ında vatandan çıkarılan 37 erkek üyeden sadece 10 tanesi hayatta bulunuyordu. 42 sultandan da 14’ü sağdı. Artık yaşları ilerlemiş, çoğunun İstanbul'da ne bir arkadaşları ne de akrabaları kalmıştı.
TARİFSİZ ACILAR VE SIKINTILAR
Vatanı terk ederken birkaç sene sonra bu hatadan vazgeçileceği ve geri dönecekleri konusunda umut içindeydiler. Hatta önlerindeki yaz mevsimine kadar döneceklerini düşünen bazıları kışlık elbiselerini bile yanlarına almamıştı. Ama yıllar yılları kovaladı ve bir türlü dönüş izni çıkmadı. Vatansız ve parasız olarak dünyanın dört bir yanına savrulup maddi ve manevi çok sıkıntı çektiler. Pek çoğu bir daha İstanbul’u göremeden oralarda vefat edip karma mezarlıklara defnedildiler.
Geçen zaman nasıl geri gelmez ve nehirler nasıl tersine akıtılamazsa artık olan olmuştur. Bize düşen ecdadımızla -haklı olarak- daima iftihar etmek ve onlara layık evlatlar olmak için çok çalışmak, aynı zamanda onlardan bize yadigâr kalan tarih ve kültür varlıklarını korumaktır. Bu yadigârlardan birisi de 1924 Mart’ında yurt dışına çıkarılan Osmanoğulları ailesinin günümüze kadar ulaşan üyeleridir. Kişisel olarak hiçbir suçları olmadığı hâlde, 623 yıllık vatanlarından, padişah dedelerinin kanlarını dökerek fethettiği topraklardan, sadece o kanı taşıdıkları için sürülmek acısını tattırdığımız ve bu acıyı yarım asır sürdürdüğümüz için bu kutlu ailenin yaşayan mensuplarına her bakımdan sahip çıkmak boynumuzun borcudur diye düşünüyorum.
HANEDAN REİSİ İSTANBUL’DA OLMALI
Yapılması gereken en acil iş, hâlihazırdaki Osmanlı Hanedanı Reisi yani Osmanlı şehzadelerinin en yaşlısı olan Dündar Efendi’nin Şam’dan İstanbul’a getirilmesidir. 88 yaşındaki Şehzade’nin hanımı 2017’nin Temmuz ayında vefat etti. Çocuğu yok. Kendisine hanımının Şam’daki akrabaları bakıyor. Hanımının vefatından bir ay sonra Ağustos sonunda yeğeni Nurhan Sultan tarafından güçlükle ikna edilerek Beyrut yoluyla İstanbul’a getirildiyse de 3 ay kalıp geri döndü. İstanbul’da bulunduğu süre içinde kendinden iki yaş küçük kardeşi Harun Efendi’nin evinde kaldı. Muhtemelen onlara daha fazla yük olmamak düşüncesiyle geri döndü. Dündar Efendi bir an evvel İstanbul’a getirilmeli, kendisine maaş bağlanmalı, ev ve bakacak kimseler tahsis edilmeli, son günlerini babası Şehzade Mehmed Abdülkerim Efendi’nin doğduğu yerde geçirmelidir.