Cırcır Böcekleri İtler ve Biz oyununun yönetmen koltuğundasınız. Birbirini uzun zamandır görmeyen, iki farklı karakterlere sahip kardeşin, annesinin evinde tekrar bir araya gelmesini anlatan bir oyun. Bu oyunun sahnelenme hikayesi nasıl gelişti?
Şöyle gelişti aslında, Serhat benim okul arkadaşım Dokuz Eylül üniversitesinde okuduk, dönemdaşız. Buğrayı da İstanbul’a geldiğimizden beri tanıyoruz. Yanİ nerdeyse ikisiyle de 20 yılı aşkın bir dostluğumuz var. Daha önce iş ortaklıklarımız da oldu. Birlikte yapım şirketimiz vardı; oyun yaptık, film yaptık sonra tabi ki herkes kendi sanatsal yolculuğuna ve hayatlarına odaklandıktan sonra tekrar bir araya gelmek ve birlikte bir şeyler üretmek için Serhat ve Buğra bir oluşum kurmaya karar verdiler. Art12 Entertainment adı altında… Sadece tiyatro oyunu değil ileride dijitale içerikler, sinema filmleri gibi bir çok alanda kendi hikayelerini anlatmak amaçlarıyla Art 12’yi bir kurunca, ilk olarak da ilk göz ağrıları olan tiyatro üretimi ile başlamak istediler. Çok uzun zamandır dost olduğumuz için ve ben de çok uzun yıllardır sadece oyuncu olarak değil, yönetmen olarak da çalıştığım için oyunu benim yönetmemi istediler. Sonra uzun bir süre metin arayışında bulundum. Uzun yıllar, çoğunlukla bağımsız tiyatro metinleriyle çalıştım ama yolumuz True West’e vardı. “True West” benim lisans tezim. Modern kent hayatının, birey üzerindeki etkileri incelemesi adlı tezimde Sam Shephard’ın bu oyununu incelemiştim ve Buğra’nın oynadığı rolü ben, Serhat da şu an oynadığı rolün aynısını oynamıştı. O yıllardan beri Serhat’ın sürekli dillendirdiği şey “oyunu çok oynamak istediği, bu hikayeye çok inandığıydı” Serhat’ın da motivasyonuyla pusulamızı bu tarafa çevirdik.
Sam Shepard tarafından yazılmış, True West – Vahşi Batı oyunundan yola çıkarak sahnelenen bir oyun. Birçok kez sahnelendi. Siz sahnelerken kendi yorumunuzu nasıl eklediniz?
Bu uyarlama değil, yeni bir okuma. Ben öyle tanımlıyorum. Sam Shephard’ın yazdığı bu metin hala evrenselliğini koruyor ve yazıldığı günden beri dünyanın her yerinde çok büyük rejisörler tarafından sahnelendi ve ikonik aktörler tarafından oynanıyor. Ben hem bizim toprağımızdan hem de 2023’ten baktığımda bu metni daha zamansız daha mekansız bir alandan okumanın bizim seyircimize daha evrensel bir ileti yollayacağına inandım. Oyunu bir uyarlamadan ziyade, bugünden zamansız mekansız köksüz, evrende atmosferde salınan ve herkesin o salınan hikayeden kendinden parçalar bulabileceği bir hale okumayı daha uygun buldum.
Peki isim olarak True West ve Vahşi Batı’dan sonra neden cırcır böcekleri itler ve biz?
Vahşi Batı, Türkiye’de bizim oyuna baktığımız yeri çok karşılamayan bir isimdi. O yüzden yeni bir isim arayışına girdik. Cırcır Böcekleri İtler ve Biz oyundaki bir replik aslında. Aynı zamanda oyunun yapısı içinde sistem ve -sistemin içinde farklı kutuplarda olsalar da- o sistemin içinde hapsolmuş iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Bana hep ‘cırcır böcekleri ve itler’ kardeşlerin dışında kalan habitatı ve onları çevreleyen sert kapital sistemi temsil ediyor.
Biz sizi başarılı oyunculuğunuzla, oynadığınız dizi-filmlerle tanıyoruz. Tiyatro yönetmenliği nasıl başladı?
Konservatuar oyunculuk bölümünü ilk kazandığımda 1. Sınıftayken hocamız “Kendinizi 10 yıl sonra nerede görüyorsunuz” diye bir soru sormuştu, o yıllar da 19 yaşındayım, bir an ağzımdan “tiyatro insanı olmak istiyorum” diye bir cümle çıktı. “Ben sadece tiyatronun oyunculuk alanında kalmak istemiyorum, ben ışığı da bileyim, dramaturgi de bileyim, dekor da bileyim, reji de bileyim” demiştim. Mezun olduktan sonra profesyonel olarak oyunculuk yapmaya başladığımda da kendimi yetiştirdiğim ve işin mutfağını en çok öğrendiğim yer, ikinci okulum Dot tiyatrodur, çok uzun yıllar Murat ve Özlem Daltaban ile çalıştım. Mekan yöneticiliğinden, yardımcı yönetmenliğe ve oyunculuğa kadar birçok alanda deneyim kazanmam, yönetmenlik dünyasına yönelmem de etkili oldu. Daha sonra Buğra Gülsoy, Serhat Teoman ve Emre Erkan’ın o yıllarda sahip oldukları bir tiyatro oluşumuna, Dorian Gray’in portresi adlı romanından yeni bir oyun uyarlaması yönettim ve yolculuğum başladı. Oyuncu olmak başta yazarın, sonra da yönetmenin inşa ettikleri bir hayalin parçası olmak, yönetmenlik ise baştan aşağı yeniden bir dünya hayal etmek. Tam da bu nedenlerle bana ne iş yapıyorsun diye sorulduğunda “ben hikaye anlatıcısıyım” demek isterim hep.
Oyunu izlerken seyircinin kalbine dokunan bazı sözler var. “Senin yerinde olmak nasıl bir şey merak etmişimdir. Sen beni hiç tanımadın ki!” Hikayeyi sahnelemeye karar verdiğinizde bu soruların cevabını hiç düşündünüz mü?
Düşünmemek mümkün değil, seyirciyi de, beni de hala heyecanlandıran tarafı da bu zaten. Hepimizin hayatına, bir yerden çok rahatlıkla dokunabilecek bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hem kapitalizmin sert dişlileri hem teknolojinin bir bombardıman gibi üzerimize yağması insanı daha özüne ve daha kendine döndürüyor. Unutmamamız gereken bir şey var, pandemi gibi bir süreç geçirdik ve izlerini hala üzerimizde taşıyoruz. Kendimize çok fazla “Ben kimim, mutlu muyum, ne yapmak istiyorum?” gibi soruları soruyoruz. Ben aynı zamanda çok uzun yıllardır büyük kurumların, şirketlerin içinde iletişim eğitmenliği yapıyorum. Kendi mesleğimin çok dışından birçok insanla bir araya
geliyorum. Özellikle de beyaz yakalı kentli insanlardan bunu çok fazla duyuyorum “Mutluluk ne?” Şanslı da bir oyuncuyum, iyi, takdir edilen projelerde yer aldım ama zaman içinde mutluluğun bunlarla ilgili olmadığını keşfettim, mutluluk çok daha şahsi çok daha insanın içinde bir yer. Ben de kendi içimdeki yolculukta mutluluğun kapısını çalmayı arıyorum ama mutluluğu şu an şöyle özetliyorum ne yaparsam yapayım, işe başladığım anla bitirdiğim an arasındaki Mert ne kadar değişti ne öğrendi. Mutluluk bence süreçte bir yerde gizli.
Aynı karından doğuyorsun, ama çok ayrı hayatlara sahip oluyorsun. Bunu derinlemesine düşündüğümüzde “kardeş” olgusunu güçlendiren ve ayıran ne çok farklılıklar çıkıyor. Oyun, sizin düşüncelerinize neler kattı?
Bir oyun çalışmak, kendi hayatını da sürekli bilinç altında bir yerde sorguladığın bir süreç. Bir hocam “Bir rol çalışırken o rolü yanınızda taşırsınız” demişti. Anladım ki bir proje çalışırken ister oyuncusu ol, ister yönetmeni o çalıştığın projeyi sen istesen de istemesen de zihnin gerisinde bir yerde yaşamaya devam ediyor. Bu oyunu çalışmak da bana hem kendi aile ilişkilerime hem şehirde yaşamakla ilgili fikrime, kendimi ve çevremdeki insanları ne kadar tanıyoruz gibi sorulara yöneltti. Aslında oyundaki kardeş hikayesinden çok da uzak değil bizim hikayemiz. Ben tiyatro mezunuyum bu işi yapıyorum, benim kardeşim İzmir’de büyük bir şirketin satın alma müdürü. Görüşmeyen, birbirinden haberdar olmayan kardeşler değiliz ama ikimizin de hayatları çok farklı yerlerde. İkimizi de mutlu eden şeyler birbirinden çok uzak. Aile meselesi uzun zamandır üzerine kafa patlattığım bir mesele, çünkü yıllar geçtikçe görüyorsun ki aile hem bir lanet hem de bir lütuf, çok büyük bir hediye ama o hediyenin içinde, hediyenin yanında gelen o kadar çok ağır yükler de var ki… Bugün dönüp baktığımızda, birçok kişi ruhsal destek almaya çalıştıkların da her şeyin kökeninde hep bir çocukluk hali, çocukluğun altında yatan travmaları buluyor. Çok fazla aidiyet meselesi olduğunu düşünüyorum hepimiz günün sonunda değerli hissetmek istiyoruz. Hepimiz kayıp ruhlar misali takdir edileceğimiz, değerli hissedeceğimiz, alkışlanacağımız yerler arayışı içinde dolanıp duruyoruz.
Tiyatronun hatta genel olarak oyunculuğun süregelen bir tartışması var; Alaylı mı yoksa eğitimli mi? Oyunculuk sadece yetenekle mi ilgili yoksa ilim yolu bilim yolundan mı geçiyor?
Bu noktada çok net olarak şunu söyleyebilirim, bir ressama şunu sormuşlar “Yetenek mi çalışmak mı? Ressam demiş ki “yeteneğin yok ve çalışmıyorsan senden hiçbir şey olmaz, yeteneğin var ama çalışmıyorsan senden ancak bir şey olur, ama hem yeteneğin var hem de çalışıyorsan senden iyi bir şey olur”. Tam da buna inanıyorum, ikisini birbirinden ayırmak imkansız. Ben yeteneğin bir hediye olduğunu fakat salt yeteneğin hiçbir işe yaramadığını düşünüyorum. Ülkemizde son yıllarda kaybolan bir kavram var, usta çıraklık ilişkisi. Geçmiş yıllara baktığımızda Türkiye’nin en büyük aktörlerinin, iyi yönetmenlerin hepsinin konservatuar eğitimden değil de usta çırak ilişkisinden yetişmiş olduğunu gözlemliyoruz. Son yıllarda kaybedilen bir kavram bu. Kimsenin buna zamanı yok, birini yetiştirme isteği de yok ama böyle çok derin derin kocaman yargılar da bulunmayacağım. Onun yerine ben hep şunu söylüyorum, eğitim de mühim yetenek de ama her şeyden önce tutku meselesi bu. Oyunlarımdan sonra gençlerle oturup çok fazla sohbet ediyorum, çok genç bağımsız ekiplerle oyun yaptım, çok genç asistanlarım oldu, onlarla da hep aynı şeyi konuşuyorum. Dünyaya söylemek istediğin sözü tiyatro sanatı dışında başka bir şeyle söyleyebileceğine inanıyorsan sakın bu işe bulaşma. Ben dünyaya söylemek istediklerimi tiyatro dışında başka bir biçimde söyleyemeyeceğime inandığım için hala inatla bu işi sürdürüyorum.
Türkiye coğrafyasında sert bir iklimde sanat üreticilerinden birisiniz. Son yıllarda tiyatro salonlarının dolduğunu görüyoruz. Sizce şuan tiyatro hak ettiği değeri görüyor mu?
Tiyatro var olduğu günden beri popüler bir sanat olmuştur, ama tiyatro diğer bütün sanat dalları gibi toplumsal olaylardan, dönemlerden, zamanlardan çok etkileniyor. Son yıllarda özellikle şu anki tiyatrodaki seyircinin ilgisinin arttığı fikrinin 20 yıl öncesindeki Türkiye’de başlayan bağımsız tiyatro hareketi olduğuna inanıyorum. Var olan konservatif bütün tiyatro biçimlerini reddedip, apartman dairelerinde, bodrum katlarına 50 kişiye, 100 kişiye başka türlü hikayelerin, başka türlü biçimlerle anlatılabileceği inancını taşıyan birçok büyük kurum -5.sokak tiyatrosu, Garaj İstanbul, Dot tiyatro gibi kurumlar yeni bir tiyatro biçimi inşa ettiler ve bu yeni tiyatro biçimi ile yeni bir tiyatro seyircisi yaratıldı. Tiyatro özellikle son zamanlarda para kazandırabilir fikri oluştu ve prodüksiyon tiyatrosu diye nitelendirilen ürünlerin artmasını da başarılı ve mutluluk verici buluyorum. Keşke burası da Londra gibi olsa bir sokakta 20 tane tiyatro bulunsa. Hiçbir üretime iyi ya da kötü demekten yana değilim hele bu zor şartlarda yapılıyorsa. iyi üretimler seyircilerde karşılığını mutlaka bulur, kötüler tükenir. İyiler hayatta kalmaya ve üretmeye devam eder. Toplumun üzerine sinen o büyük baskıdan sonra sanki o
basınçtan bir patlama gibi çoğalır sanat. Ne zaman ki toplumsal şartlar bireylerin üzerine korkunç bir baskı oluşturmaya başladığında, sanat ürünlerinin çok daha arttığını, renklendirdiğini görüyoruz. Bence biz ülkece de öyle bir zaman dilimden geçiyoruz, çünkü var olan bütün şartlardan kaçmanın ve uzaklaşmanın ya da var olan şartları değiştirebileceği inancını korumanın en güçlü yolu sanat.
Bir röportajınızda “Başarı ne kadar çok alkışlandığınla ilgili değil, üretim sürecinde ne kadar değişip büyüdüğünle ilgilidir” Tüm başarılarınız, bu süreç sizi ne kadar değiştirip, büyüttü?
Çok, yani oyunculuk okulundan mezun olduğunda o 4 yıllık konservatuar eğitimi aldıktan sonra her şeyi bildiğin fikriyle hayatına başlıyorsun ama hiç öyle değil. Sanırım bu işin en güzel tarafı da o, 1+1 in 2 etmediği bir iş bu. Her yeni üretim, her yeni iş yeni bir öğreti. Her iş beni sadece mesleki olarak değil insan olarak da yenileyip değiştirdi, büyüttü, eskisinden çok daha ayakları yere sağlam basan hale evirdi diyebilirim.
Hiç düşündünüz mü? Bir kez daha dünyaya gelsem ve seçme şansı benim elimde olsa ne olmak isterdim?
Düğün organizatörü olmak isterdim. Şaka bir yana yaptığım işi yapmak isterdim; yine sanat üreticisi olmak isterdim. Belki tiyatro olmazdı edebiyat olurdu, sinema olurdu, heykel, müzik olurdu. Bilmiyorum ama sanırım kaderimde varmış derler ya, çocukluğumdan gelen bir şey. Hep göz önünde olmak, parmakla gösterilmek arzusuyla başlıyor bu işler. Şunu kabul etmek lazım oyunculuk ya da sanat alanındaki birçok mesleklerin temelinde hep görünür olma arzusu var. Ben görünür olma arzusu çok sivri olan bir çocuktum. Eğer öyle bir çocuksam yine sanırım buraya evrilirdi. Düğün organizasyonu konusunda şaka yapmıyorum. Beni çok iyi tanıyan arkadaşlarım bilir, dünyanın en plancı insanlarından bir tanesiyim. Organizasyon konusunda titizimdir, dakika dakika sayarım, günlük planımı da bilmekten yana olurum, iş yaparken de öyle çalışırım, adım adım. O yüzden düğün organizatörü arkadaşlarımın bana taktığı bir lakap olduğu için söyledim.