Korona başladığından beri pek fazla yazmıyorum. Yazı isteyen gazetelere ve dergilere evvelce kaleme aldıklarımı, elden geçirip yolluyorum.

Eskisi kadar disiplinli bir şekilde yazmama, her hafta bir yazı yetiştirmeme hali beni rahatsız ediyor.

Tıpkı William Faulkner, Ernest Hemingway ve Jorge Luis Borges gibi yazmayınca vicdan azabı çekiyorum.

Ama bir tür lakaytlık içinde farklı okumalar yapıp hayatın içinden, edebiyatın ucundan kıyısından videolar çekmeye çalışıyorum.

İnsanların WhatsApp’ta yazılanları anlamamalarına veya her okuduklarından hamasi duygular çıkarmalarına şaşırıyorum.

Ne ilginçtir ki, son günlerde, sanırım vaziyetimi beğenmeyen Edebiyat Tanrısı harekete geçti.

Bir Cuma günü Kavak Dipi’nde, kahvede oturuyorduk. Gölge, serin yerin tadını çıkarıp arada tek tük geçen arabalara bakıp maskelerimizi çıkarmadan sohbet etmeye uğraşıyorduk.

Konu yazarlığıma geldi. Muhatabım yazdığımı bildiğini bildirmek ve beni desteklemekle birlikte beni sarsan bir cümle kurdu.

Devam et. Sakın yazmayı bırakma!”

Allah Allah, emekliliği gelmiş sınıf öğretmeni ağabeyim, korona başladığından beri eski planımı programımı kaybettiğimi nereden bilmişti. O yüzden mi böyle söylemişti. Yoksa yüzümde bir bungunluk mu vardı.

Türkiye şartlarında yazarlıkla hayatımı idame ettiremeyeceğimi, her gün sabah yazı masamın başına geçmemin hayal olduğunu kendime inandırıp gardımın düştüğünü anlamış mıydı?

Bunları ona soramadım tabii.

Okulu bırakmadığını, sadece derslerinin kötü olduğunu yana yakıla anlatmak isteyen kafası karışık bir öğrenci gibi “Olur mu Hocam, kimi zaman mutlulukla ve kimi zaman acı çekerek yazmaya devam ediyorum!” dedim.

O günden sonra zihnimi “Sakın yazmayı bırakma! İnsanın soğuması an meselesidir ve korkutucudur,” sözü meşgul etmeye başlamıştı.

Ve bugün, tam da Kurban Bayramı’ndan bir gün önce, Burhaniye sokaklarının arife kalabalığının tadını çıkarırken bir ağabeyin yanına oturdum. Çünkü ısrarla çay içmeye davet etti beni, oysa acele bir işim vardı.

Kendisiyle selamlaşıyorduk, hal hatır soruyorduk ama onun adını hâlâ bilmiyordum.

Çayımızı yudumlarken ona birkaç soru yönelttim. İsminin Mehmet, memleketinin Iğdır ve sigortadan emekli olduğunu öğrendim. Yirmi yılı aşkındır buralarda olduğu için Burhaniye’ye yerleşmiş.

Mehmet ağabey teklifsizce “Ben senin gazetede çıkan yazılarını okuyorum!” dedi. Şaşaladım, bunu beklemiyordum.

Üstelik sen güzel yazıyorsun, sağduyulusun, anlam katıyorsun, senin yazılarında hayat var! Kaleminden de kan damlamıyor.”

Bu incelikli sözleri suratımda bir sevinç bütünlüğüyle ve biraz da korkuyla dinliyordum.

Geçenlerde yazılarını okuyanlar, beğenenler, ‘kim bu arkadaş’ diye sordular, ben ukalalık olmasın diye o mecliste seni tanıdığımı söylemedim. Ama sakın yazmayı bırakma, bırakma!”

Birden bir kolona çarpmış gibi oldum. Bu şimdi neydi? Mehmet ağabey de aynı noktaya temas ediyordu. Hatta üç kelimelik cümleyi birkaç kez tekrarlıyordu.

Yine telaşlandım. Neler oluyordu? Yoksa gerçekten yazmayı bırakmayı mı düşünüyordum, on beş yıllık deneyimlerimden uzaklaşıyor muydum? Yoksa bilinçaltımda benim anlamlandıramadığım şeyler mi yaşanıyordu?

Benim, William Faulkner, Ernest Hemingway ve Jorge Luis Borges benzeri vicdan azabım bile sahte miydi?

Eğer Edebiyat Tanrısı varsa, sanki benim yazıdan bu kadar uzak kalmamı, koronayı bahane etmemi ve edindiklerimi yavaş yavaş yitirmemi istemiyordu.

Ara sıra gittiğim söyleşilerde, verdiğim röportajlarda, “Yazının başına bir gün varma, ertesi gün acemilik çekersin!” diye hep ben demiyor muydum?

Mehmet ağabeyin yanından, onun beni tanıdığını söylemesinin ukalalık olacağını düşünen naifliğini takdir ederek kalktım. Ağaçlarda hafif bir rüzgâr vardı. Alacalı bir kedi duvardan atladı. Maskeli, maskesiz insanlar alışveriş yapıyorlardı.

Her taraftan önüme çıkan, arkamda beliren arabaları kollayarak kendi kendime söz verdim.

Ne olursa olsun, yazmayı bırakmayacağım.”

Fatih ALTINBEYAZ