“Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulm

“Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum.

Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım.

Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı.

Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım.

Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım.

Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.” diyor Gabriel Garcia Marquez.

Peki büyük romanlar nasıl yazılır? Böyle yapıtların bütünüyle gerçeğe dayanmaları mı önemlidir yoksa tamamen kurgu olmaları mı?

Büyülü gerçeklik nedir? Sanat akımlarında olmaması gereken sihirli, mantık dışı öğeler hangileridir? Sanat akımlarında olabilecek veya olmaması lazım gelen öğeler noktasında karar verme mercii kimdir, yetkisi kimdedir?

Neden tarihçiler edebiyatın alanlarına girmesinden bu kadar rahatsız oluyorlar? Bir yazar, tarihi bir karakteri illa kendi gerçekliğinde ve gölgesinde yazmak mecburiyetinde mi?

1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık’ın Güzel Remedios kısmını yazarken Meksika’da yaşıyormuş.

Normal şartlarda bu romanı yazdığı iki yıl boyunca nadiren sokağa çıkmış. Hayatı dört duvar arasında geçiyormuş.

Güzel Remedios ile ilgili bölüm üzerinde çalışırken ise üç ay evin bahçesine bile adımını atmamış. Güzel Remedios’un göğe yükselişini inanılır kılmaya çalışıyor, çuvalladığını düşünüyormuş.

Böyle bir gün, dayanamamış artık, kendisini dışarıya atmış, can sıkıntısıyla evin bahçesinde gezinmeye başlamış. Hava çok rüzgârlıymış. Evde çamaşır yıkamış bir kız, çamaşır teline çarşaf asmaya çalışıyor, bir türlü beceremiyormuş.

Bir ara rüzgâr o kadar şiddetlenmiş ki, kızın kurusunlar diye asmaya çalıştığı ıslak çamaşırlara dolandığını görmüş Gabriel Garcia Marquez ve kafasında bir ışık yanmış. Odasına dönüp masasına oturduğunda çözüme ulaştığını biliyormuş.

“Çarşafları tutmaya çalışırken çarşafların Güzel Remedios’u alıp götürdüğünü anlattım. Hatta eleştirmenler bunun rüzgârla yol alan bir yelkenli metaforu olduğunu söylediler. Alakası yok, çarşaflar işi kolaylaştırmıştı. Okur çarşafları gördüğü anda buna inandı. Ben inandım, onlar da inandılar.” diyor Gabriel Garcia Marquez bir röportajında.

Büyülü gerçeklik veya postmodernizm deyip işin içinden çıkmıyor yazar. Romanındaki bir bölümü daha inandırıcı kılmak için aylarca bekliyor ve bir eylem, bir görüntü onu amacına ulaştırıyor.

Büyük romanlar böyle hayata geçiriliyor. Büyük eserlerin bütünüyle gerçeğe dayanmaları veya tamamen kurgu olmaları pek önemli değil. Aslolan mayaları… İki yılda yazılsalar bile gerisinde on beş yıllık bir birikim olması…

Büyülü gerçekçilik, (güya) normal ya da gerçekçi kabul edilen sanat akımlarında olmaması gereken sihirli ve mantık dışı öğeleri içeren sanatsal bir akım.

Gerçekçilik ve fantezinin bir karışımı olan büyülü gerçeklik Latin Amerika’da doğdu ve en ünlü temsilcilerinden birisi Gabriel Garcia Marquez.

Sanat akımlarında olmaması gereken sihirli, mantık dışı öğeler diye bir durum söz konusu olamaz. Sanatta olabilecek veya olmaması lazım gelen şeyler noktasında bir karar verme mercii yok ve yetkisi kimsede değil.

Tarihçiler edebiyatın alanlarına girmesinden niye bu kadar rahatsız pek anlamıyorum. Onlar tarihin ısrarla kendi gerçekliğinde ve perspektifinde kalmasını istiyorlar herhalde.

Ben bir yazarın bir karakteri kendi tarihi gerçekliğinde yazma mecburiyetinde olduğunu düşünmüyorum ama. Geçmişte, bu günde veya gelecekte, bir yazarın yazamayacağı konu yok...