Bir kemik çıkıntısına güzellik atfedildiği, bir tabak yemeğin suçlulukla eşdeğer görüldüğü çağdayız.

İncelik, sadece bir beden ölçüsü değil artık; bir kültür, bir baskı, bir maraz. Ve ne acıdır ki, bu görünmez açlık bazen bir ömür sürmüyor. Bazen genç yaşta, sahnelerin ortasında, aynaların karşısında ölüveriyor.

Anoreksiya. Tıptaki adıyla “anorexia nervosa.”

Ama bu bir tanıdan ibaret değil. Bu, estetik takıntısının, onaylanma arzusunun ve sosyal baskının cilt altına işlediği bir yara. Yalnızca bireyin değil, toplumun da hastalığı.

Ben bugün bu yazıyı bir istatistikten, bir akademik makaleden değil, bir sessizlikten yola çıkarak yazıyorum. Çünkü anoreksiya; gürültüsüz bir çığlıktır.

Ve ne yazık ki, bu çığlık bazı hayatlarda yankı bulamadı.

Mesela Karen Carpenter.

Dünyaca tanınan, sesiyle büyüleyen bir kadın. Ama aynadaki görüntüsünü kabullenemeyen bir kalp taşıyordu içinde. Yemeğini değil, varlığını bastırmaya çalıştı. Ve bir gün o bastırılan varlık, kalbini susturdu. Kalp durduğunda takvim 1983’ü gösteriyordu. 32 yaşındaydı.

Ya Isabelle Caro?

31 kiloluk bedenini cesurca gözler önüne sermişti. Fransız model, anoreksiyanın yüzü oldu, ama bu yüz kimseyi utandırmadı. Halbuki utanılması gereken; o hale gelişini “başarı” gibi alkışlayan sistemdi. O sessizce gitti. Bedeni hayata, hayat da bedenine artık tahammül edemedi.

Ve Ana Carolina Reston...

Brezilyalı bir model. Defilelerden defnelere savrulan bir hayat. Ajansı ona “şişmansın” dediğinde sadece vücudu değil, özgüveni de çöktü. 40 kiloluk bir isyanın içindeydi. Organları tek tek iflas etti. Annesi morgda kızını tanıyamadı.

Bunlar sadece üç isim. Ama bu isimlerin ardında binlerce, belki de milyonlarca görünmeyen hikâye var.

Bir reklam afişinde “sıfır beden” kutsanırken, başka bir şehirde bir genç kız bir öğünü daha atlıyor.

Bir moda dergisinde “fazla kilolarınıza veda edin” başlığı atıldığında, başka bir evde bir çocuk aynaya bakıp nefesini tutuyor.

Bu bir tesadüf değil. Bu, kolektif bir sorumluluk.

Ve tam da bu yüzden, bu hastalık sadece bireyin değil, hepimizin yüküdür.

Toplumun dayattığı beden algısı, yalnızca kadınları değil, giderek artan biçimde erkekleri de yıpratıyor. Onları silikleştiriyor, zayıflatıyor, görünmezleştiriyor.

Ve bazen, bu “görünmezlik” ölümle sonuçlanıyor.

Kimse daha az olmak zorunda değil. Ne tabakta, ne vitrinde, ne aynada.

Modern çağda görünmek, var olmak anlamına geliyor. Ama görselin gölgesinde kalan bu yıkım, artık sadece bir estetik sorunu değil. Bu bir etik sorunu.

İnsanı yalnız bırakan sistemler, önce onun bedenine karışıyor. Sonra yemeğine. Sonra nefesine. En son da varlığına.

Anoreksiya bir yok oluş biçimidir. Ve biz, toplum olarak buna sessiz kaldığımız her an, o yok oluşa ortak oluyoruz.

Oysa bazen en güçlü iyileşme cümlesi şudur:

Seni olduğun gibi görüyorum.”

Ve ne tuhaf... Bu cümle, bir hayatı geri getiremese de, bir ölümü geciktirebilir.