Zamanın dokuduğu kültür halısında bazen desenler karışır. Dedelerimizin "saygı" dediği şey, sevginin sırtına yüklenmiş bir yasaklar yumağıydı adeta. Mesela torun, dedesinin karşısında nefesini tutar; baba, çocuğunu kucağına almak için izin arardı. Bu katı hiyerarşiye "gelenek" dediler, ama içinde insanın sıcaklığını unuttular. Oysa gerçek saygı, sevginin kanatlarıyla uçmalıydı.
Bugün bu hikâyeler bize tuhaf geliyor. Belki de insanı merkeze almayan her kural, zamana direnemiyor. Peki ya bugünkü "saygı" anlayışımız? Sokakta selam vermeyen komşu, trafikte küfreden sürücü, sosyal medyada nefret kusan klavyeler… Acaba biz, dedelerimizin katılığını yıktık derken, ruhumuzdaki inceliği de mi kaybettik?
Aslında her şey kendimizle barışmakla başlıyor. Özsaygı denen o sihirli sözcük, içimizdeki fırtınaları dindiren bir liman. Bir insan kendi yarasına merhem olamazsa, başkasının acısını nasıl sarar? Modern çağın "gergin tipleri" aslında kayıp ruhlar; İçlerindeki boşluğu, başkalarını yargılayarak doldurmaya çalışıyorlar. Oysa Yunus’un dediği gibi: "Bir ben vardır bende, benden içeri."
Tarih bize bir sır fısıldıyor: Osmanlı, üç kıtada gönül köprüleriyle hükmetti. Camilerin yanında kiliseler, çarşılarda on dilde tezahürat… Çünkü onlar bilirdi; Hoşgörü, egonun değil, insanlığın zaferidir. Bugün ise her farklı fikir bir düşmanlığa dönüşüyor. Belki de kaybettiğimiz şey, atalarımızın o engin bakışıdır.
Şimdi soralım: Çocuklarımıza bırakacağımız dünya, yürekleri daralmış insanların çığlıklarıyla mı dolsun? Yoksa birbirine dokunan ellerin sıcaklığıyla mı?
Haydi, bu toprakların kadim bilgeliğini hatırlayalım: Önce kendimizi sevelim. Sonra "öteki" dediklerimize bir çocuk saflığıyla bakalım. Belki o zaman, dedelerimizin yanlışını düzeltirken, onların kaybettiği insan sıcaklığını yeniden kazanırız.