Şanlı Peygamberimiz miladi 571 yılında Mekke’de doğdu. 61 yaşında iken 632 yılında Medine’de vefat etti. Kendisine peygamber olduğunun bildirildiği 610 yılından vefatına kadar 22 sene İslam dinini insanlara bizzat tebliğ etti. Vefatından sonra dört halifesi ve onlardan sonra da Peygamber Efendimizin kurduğu İslam devletinin devamı olan Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar İslam’ın bayraktarlığını ve dünya Müslümanlarının hamiliğini yaptılar. Cenabı Hak sonsuz hazinelerinden, onların bu hayırlı çalışmalarına bol bol karşılıklar ihsan etsin.


Demek ki yaşadığımız şu günlerde, İslamiyet’in ortaya çıkışından itibaren 1407 yıl geçmiştir. Hicri olarak ise dinimiz 1450’nci yılındadır. Bu çok uzun bir zaman süresidir. Dinimiz bu uzun zaman diliminin bazı noktalarında, zalim hükûmetler ve bozuk din adamları eliyle dünyanın çeşitli yerlerinde zayıflamaya yüz tutmuştur. Ama gönderdiği son dini Kıyamet’e kadar yaşatacağını vadeden Cenabı Hak, ihsan ettiği “müceddid” yani “yenileyici” denilen büyük din âlimlerinin çabalarıyla dinini tekrar tekrar canlandırmıştır. İşte bu büyük âlimlerden biri de İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî Serhendî’dir (1563-1624). İslam alimleri arasında “Müceddid-i Elf-i Sânî” yani “İkinci Binin Yenileyicisi” lakabıyla şöhret bulmuştur. İrşat faaliyetlerini hicri 1000 yılı civarından itibaren yani İslamiyet’in ikinci bin yıllık devresini etkileyecek şekilde yürüttüğü için böyle denilmiştir.


İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin yaşadığı Hindistan’da o vakitler Babür İmparatorluğu hüküm sürmekteydi. Üçüncü Babürlü hükümdarı Celaleddin Muhammed Ekber Şah 1605 yılına kadar yaklaşık 50 yıl tahtta kalmıştı. Bu hükümdar bozuk itikatlı bir kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hatta, çeşitli dinlere mensup âlimleri toplayarak, bu dinlerin karışımı olan, halkının tamamına hitap edecek ortak bir din kurmaya çalıştı. “Din-i İlahi” ismini verdiği bu dini 1582’de resmen ilan etti. Bu tarihten ölümüne kadar, bütün Hindistan’da ve özellikle sarayda İslam âlimlerine itibar azalmış ve Ekber Şah’ın dinine yönelenler baş tacı yapılmıştır. Zamanında Mecusî, Brahman ve Hristiyanlara hürriyet tanınır, Müslümanlara ise zulüm ve işkence edilirdi.


İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanının devlet adamlarından Hân-ı Hânân Abdürrahim Han’a yazdığı bir mektupta Ekber Şah zamanındaki durumu şöyle anlatıyor: “Bundan önceki hükûmet zamanında Müslümanlar o kadar garip olmuştu ki kâfirler açıkça Müslümanlığı kötülüyor, Müslümanlarla alay ediyorlardı. Dinsizliklerini, ahlaksızlıklarını, sıkılmadan açıklıyorlardı. Çarşıda, pazarda kâfirleri ve dinsizliği övüyorlardı. Müslümanların, Allahü Teâlâ’nın emirlerinden birçoklarını yapması yasak edilmişti. İbadet edenler, İslamiyet’e uyanlar ayıplanıyor ve kötüleniyordu.” (Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî, I, Mektup 65).


Yeni hükümdar Selim Cihangir Şah tahta geçince, Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmal edilen İslam eserleri yenilendi. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin çalışmalarının bereketi ile İslam dini, özellikle Hindistan’da çok kuvvetlendi. Çok kâfirler, onun elinde Müslüman oldu. Binlerce günahkâr tövbe etti. Kendisini seven Hân-ı Hânân Abdürrahim Han, Nevvab Ferid Murtaza Han, Muhammed Azam Han ve daha birçok kuvvetli ve kudretli vali ve kumandanlara yazdığı tesirli mektupları ile onları İslamiyet’i kuvvetlendirmeye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadını yaymaya teşvik etti. Bu devlet adamları da onun tavsiyelerine uyarak bu yolda çok gayret sarf edip dinin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bidat ve küfür karanlığı ortadan kalktı, iman ve sünnet nuru her yeri kapladı.


İmam-ı Rabbânî Hazretleri başka bir mektubunda, Ehl-i Sünnet itikadını ve İslam dininin hükümlerini meydana çıkarmak, fitne ve fesat ateşini söndürmek suretiyle İslamiyet’e, hükûmete ve millete yardım edecek olanların, ancak, doğru yolda olan âlimler olduğunu bildirmekte, böyle âlimler siyasetle uğraşmaz, dini, siyasete, mal, sandalye ve şöhret kazanmaya alet etmez, demektedir.


İmam-ı Rabbânî Hazretleri aynı mektupta şöyle devam ediyor: “Ekber Şah zamanında Müslümanların başına gelen belalara hep böyle, din adamı şekline giren dinsizler sebep olmuştu. Milleti hep bunların yazıları, kitapları kışkırtmıştı. Müslüman ismi altında, yanlış yolda gidenlere, hep bu kötü din adamları önderlik etmiştir. Din âlimi tanınmayan bir kimse yoldan çıkarsa, bu sapıklığı başkalarına bulaşmaz veya nadiren bulaşır. Zamanımızın tarikatçıları da Müslümanları doğru yoldan çıkarıyor. Bunlar da sahte din adamlarının yazıları gibi, gençlerin dininin, imanının bozulmasına sebep oluyor. İşte bugün, her Müslüman, elinden gelen yardımı yapmayıp İslamiyet yine bozulur, hakaret altına düşerse, hükûmete yardımı esirgeyen her Müslüman ahirette sorumlu olacaktır. Bunun için, bu fakir gücüm, kuvvetim olmadığı hâlde, yardıma koşmaya özeniyorum. Güçlükleri yenerek, İslamiyet’e ufacık da olsa hizmet edebilmek yolunu arıyorum. İyilerin çoğalmasını isteyen de onlardan sayılır buyurmuşlardır. Belki, bu zavallıya da Müslümanlara serbestlik veren, onların hakkını koruyan, âdil hükûmet adamlarına nasip olan büyük sevapların damlaları bulaşır diye ümitleniyorum.” (Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî, I, Mektup 45).


İmam-ı Rabbânî Hazretleri Hân-ı Hânân Abdürrahim Han’a yazdığı mektubu şöyle bitiriyor: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki ‘Eğer şeyhlik yapsaydım hiçbir şeyh mürit bulamazdı. Fakat, bana başka vazife verildi. O vazife de İslamiyet’i yaymak ve kuvvetlendirmektir.’ Bunun için sultanlara, devlet adamlarına gidip nasihat verirdi. Tesirli sözleri ile, hepsini doğru yola getirirdi. Onlar vasıtası ile İslamiyet’i yayardı. Bundan önceki hükûmet zamanında, İslamiyet’e karşı açıkça düşmanlık vardı. Şimdi böyle düşmanlık, öyle kin ve inat görülmüyor. Bazı kusurlar varsa da inat ile değil, bilinmediği içindir. Bugün Müslümanlar da kâfirler gibi serbest konuşabilmekte, onlardaki hürriyete kavuşmaktadır. Kâfirlerin kazanmaması, eski kin ve düşmanlığın başımıza gelmemesi, Müslümanların zulüm ve işkenceye düşmemesi için dua edelim ve uyanalım. Din düşmanlarına fırsat vermeyelim. Mısra:


Çü bîd ber ser-i îmân-ı hîş milerzem! (İmanıma saldırdıklarından, söğüt yaprağı gibi titriyorum!)” (Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî, I, Mektup 65).


Yine zamanın sultanı Selim Cihangir Şah’a yazdığı bir mektubunda şöyle demektedir: “Ümitlendiğim ve kabul olunacağını umduğum zamanlarda ve fakirlerin toplantılarında, kahraman askerinize yardım, fetih ve zafer ihsan etmesi için, Allahü Teâlâ’ya dua etmekteyim. Allahü Teâlâ, abes, faydasız hiçbir şey yaratmaz. Askerin, ordunun vazifesi, devleti kuvvetlendirmektir. Bu parlak dinin yayılması, devletin yardımı ile olur. İslamiyet kılıçların altındadır, buyuruldu. Bu kıymetli iş, dua askerine de ihsan edilmiştir. Duacılar, fakir, muhtaç ve hep sıkıntı içinde yaşayan kimselerdir. Bu duacınız, her ne kadar kendisini dua ordusu askerlerinin arasında görmeye lâyık değil ise de yalnız fakirlik ismi ve duanın kabul olmak ihtimali ile, kendisini kuvvetli devletinizin duacıları arasında saymakta ve hâli ile ve dili ile her zaman dua etmekte ve selâmetiniz için Fâtiha okumaktadır.” (Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî, III, Mektup 47).


Evet kıymetli okuyucularım, bundan 400 sene önce Hindistan’daki büyük bir İslam âliminin devlet başkanıyla ve devlet adamlarıyla olan ilişkilerini gördünüz mü? Ben sadece birkaç örnek verdim. Toplam 536 mektubun bulunduğu üç ciltlik Mektubat kitabında buna benzer daha pek çok mektubu bulabilirsiniz. Bir bu verdiğim örnek mektuplardaki halis niyete, asalete, vakar ve tevazuya, bir de zamanımızın din adına faaliyet gösterdiğini söyleyip hükûmeti ele geçirmek isteyen, ihtilal yapan, fitne çıkaran, Müslümanların saf ve temiz itikadını bozan sahte din adamlarının söz ve yazılarına bakın. Tabii ki hepsi böyle değil. Onları tenzih ederim. Ama insanın kötü olanlarıyla karşılaşınca köşe bucak kaçması, anamızdan babamızdan gördüğümüz tertemiz imanımıza saldırırlar diye söğüt yaprağı gibi titremesi ve korkması gerekiyor.