Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)

Türk Milleti 22 ve 23 Aralık 2023 günü Irak’ın kuzeyinden gelen acı haberlerle yasa boğuldu. Pençe-Kilit Harekatı bölgesinde PKK’ lı Teröristler tarafından gerçekleştirilen hain saldırıda iki günde 12 Mehmetçik şehit oldu. Uzun bir süredir bir anda böyle toplu şehadet haberi alınmadığından daha önce sadece şehit ailelerinin evlerine düşen kor ateşin yakıcı sıcaklığını bu defa tüm Türk milleti duydu. Mehmetçiklerin şehadeti yurt sathında derin bir acı yarattı. Halkımız metanetle şehitlerini toprağa verirken yurdumuzun her köşesinde Teröre Lanet toplantıları yapıldı. Yetkili makamlarca bitti olarak ilan edilen terörün yarattığı acı ve hüzün tüm yüreklerde hissedildi. Şurası bir gerçek ki kırk yılı aşkın mücadeleye rağmen terör belasını topraklarımızdan kovamadık. Peki neden? Neden bir hep bu acıları yaşıyoruz.? Neden çare bulamıyoruz. ? Nerede yanlış yapıyoruz. Ne yapmalıyız? Tüm bunlar cevabı bulunup acilen tedbir alınması gereken temel sorunlarımızdır. AKP 2002 Kasım ayında iktidarı devralırken ülkemizde PKK terörü sıfır düzeyinde idi. Bilahare Irak’ın işgali ile başlayan süreçte ABD desteği ile Kuzey Irak’ta Federe Kürt Devleti kuruldu. Böylece bölgede yapılanan PKK Terör örgütü üzerindeki kontrol ve denetimimizin kısmen kalkması ile ülkemizde terör yeniden geldi oturdu. Güneydoğu Anadolu başta olmak üzere şehirlerimiz yeniden savaş alanına döndü. Ülkemizin hiçbir yerinde can ve mal güvenliği kalmadı. ABD’n Büyük Ortadoğu Planı çerçevesinde yaptığı operasyonlar ile Suriye iç harbinin neticesi olarak 900 Km.lik Suriye sınırımız üzerinde de ABD destekli terör bölgeleri oluşturuldu. Sonunda 1200 Km.lik güney sınırlarımızın her tarafından ülkemize PKK saldırısı olabilecek bir ortama erişildi. PKK Terör Örgütünün ölümcül tehdidinin oluşması ve gelişmesindeki en büyük etken olarak 24 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe giren “ULUSLARARASI İKİZ YASALAR’ı görmüş ve Bildiri-Yorum köşesinde “İkiz Yasaları Durdurmalıyız” başlıklı yazılar yazarak hem yöneticilerimizi ve hem de kamuoyunu uyarmıştım. Bu yasaların yürürlüğe girmesi ile ülkemiz terör belasına batacak ve kan gölüne dönecek demiştim. Ama sesimizi kimselere duyuramamıştık. Çünkü bu yasalar ile terörün gelişmesi için her türlü imkân sağlanmış ve teröre uygun ortam devlet eliyle yaratılmıştır. Bu yasalar ile terör örgütleri gayri kanuni yollardan hayli zorlanarak yürüttükleri faaliyetlerini Uluslararası yasalar ve bizim kendi koyduğumuz İKİZ YASALAR vasıtasıyla çok daha kolaylıkla yerine getirme imkanı verilmiştir. Peki, bir devlet böyle bir kötülüğü kendi kendine yapar mı? Devlet kendi bindiği dalı göz göre göre keser mi? Yapmaması lazım ama yapılmıştır. İKİZ YASALAR konusu yeni değildir. Tam 37 yıllık bir mazisi vardır. Bu milletin seçtiği vekiller bu yasaların ardındaki tehlikeyi görmüşler ve otuz yedi yıl kabul etmeyerek büyük bir hizmet yapmışlardır. İşte bu bekleyen “Siyasi ve Medeni Haklar ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” başlıklı uluslararası sözleşmeler AKP ve CHP vekillerinin oylarıyla 4.6.2003 günü hızla kanun haline getirilmiş, 37 yıl bekleyen sözleşmeler 37 dakikadan kısa sürede TBMM’de onaylanmıştır. İkiz Yasaların neler getirdiğini birkaç cümle ile özetleyelim; Yıllardır “HALKLARA ÖZGÜRLÜK” sloganlarıyla kan gölüne çevrilen ve amansız bir kardeş kavgasının içine sokulan ülkemizde kabul edilen bu iki yasanın ilk maddeleri; “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler “ ibaresiyle başlıyor. Sanırım bu tek cümle dahi kanunların içeriği hakkında yeterli bilgiyi veriyor. Bu yasalar; ülkemizde yaşayan halklara, her türden etnik topluluklara, mezheplere, farklı toplumsal kökenlere, tarikatlara, cemaatlere ve yerel gruplara kendi statülerini özgürce tayin etme hakkı veriyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de imzaladığı Uluslararası sözleşmelerle tanıdığı bu hakları, yani halkların kendi kaderini tayin hakkını ve diğer hakları uygulamaya geçirmek için gerekli düzenlemeleri yapmayı taahhüt ediyor. Sadece bu kadarıyla baktığımız zaman dahi bu yasalarla; ülkemizde yıllardır büyük mücadele ettiğimiz, binlerce şehit verdiğimiz ETNİK BÖLÜCÜLÜK FAALİYETLERİNE uluslararası hukuk açısından, her alanda destek veren bir hukuki zemin sağlanmaktadır. Üniter Türkiye’yi öngören Türkiye Cumhuriyeti Anayasası adeta geçersiz kılınmaktadır.” 11 Eylül 2001 “İKİZ KULELER” saldırısından sonra dünyayı yeniden yapılandırma iddiası ile yola çıkan ABD, hiçbir uluslararası hukuk kuralını tanımadan önce Afganistan'ı sonra da Irak'ı işgal etmiştir. Oysa ABD'nin bu iki ülkede değiştirmek için savaş açtığı Taliban ve Saddam rejimlerini bizzat kendisinin yarattığı bütün dünya kamuoyu tarafından bilinmektedir. İKİZ YASALAR, ABD veya O'nun gibi davranabilecek diğer süper güçlere hem uluslararası ve hem de milli kanunlar çerçevesinde önemli bir imkan daha sağlamaktadır. Yapacakları ülkeleri içeriden fethetme faaliyetini yasal hale getirmektedir. Bir bakıma ülkemizi yıllarca derinden etkileyen bölücü teröre yapılan uluslar arası dış destek yasal hale getirilmektedir. Buna evet demek, bunu kabul edebilmek terörden çok çekmiş milletimiz için kolay değildir. Bu yasalar Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde başarıyla denenmiş ve bu ülke insanları birbirleri ile kıyasıya çarpışarak bölünmüştür. Şimdi bu örnek ortada iken Türkiye'de benzeri bir faaliyetin kolaylıkla organize edilebileceği bir zemin meydana getirilmiştir. İkiz Yasaların gündeme geldiği 37 yılda hiçbir Cumhuriyet Hükümeti'nin bütün baskılara rağmen cesaret edip Meclise sunamadığı bu iki uluslararası sözleşme AKP tarafından sessiz sedasız ve bu defa Atatürk'ün kurduğu CHP'nin de desteğini alarak 4 Haziran 2003 günü kanun haline getirilmiştir. Her iki yasanın en tehlikeli maddesi birinci Maddeleridir. Bu madde; "Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Sözleşmeye taraf bütün Devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir." şeklindedir. Yani bununla sadece ülke içindeki değişik millete mensup vatandaşlara değil, kendini bu topluma entegre edemeyen bütün topluluklara halk statüsü verilerek kendi siyasi kaderini tayin hakkı tanınmıştır. Yani (X) Topluluğu; bir araya gelip " Ey Türkiye Cumhuriyeti. Biz seni istemiyoruz. Biz bu topraklarda (Y) adı ile ayrı bir devlet kurmak istiyoruz." Veyahut ta; "Biz seninle yaşamak istemiyoruz. Biz (Z) devletine bağlanmak istiyoruz. Şimdi gel bize yardım et ve bu işimizi yasalara uygun şekilde kolaylaştır" diyebilecektir. T.C. Anayasasının "Siyasi Haklar ve Ödevler" başlıklı "Dördüncü Bölümü" 66 ncı Maddesinde Türk Vatandaşlığı tarif edilmiştir. Buna göre;"Madde-66. Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk' tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk'tür." Kanaatime göre, bu madde ortada iken bu iki kanunun kabul edilmesi ile son derece tehlikeli bir durum yaratılmıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk daha 1930'larda "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir. Türkler demokrat, hür ve mesul vatandaşlardır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir" derken bu günleri aklına bile getirmemiştir. Bölgede güçlü bir Türkiye'nin varlığını istemeyen dış güçlerin eline verilen imkanlar bununla da sınırlı değildir. Sözleşmenin ikinci maddesinde; " Bu Sözleşmeye Taraf her Devlet, bu Sözleşmede tanınan ... kendi toprakları üzerinde bulunan ve egemenlik yetkisine tabi olan bütün bireyler için güvence altına almayı bu ve haklara saygı göstermeyi taahhüt eder." denilmektedir. Devamla; "Sözleşme ile tanınan hakların, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka fikir, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum ya da başka bir statü bakımından herhangi bir ayrım gözetilmeksizin uygulanacağını" kesin bir dille açıklamaktadır. Bu şekilde ülkede mevcut, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere, aşiretlere, yerel gruplara da kendi statülerini özgürce geliştirme hakkı tanınmaktadır. Çünkü bunların hepsi dinsel ve toplumsal köken kapsamı içinde mütalaa edilmektedir. Bunun açık anlamı şudur; Bu maddelere dayanarak her hangi bir kişi, herhangi etnik grubun, mezhebin veya tarikatın üyesi olduğunu öne sürebilecektir. Ve bu gruba özgü "siyasî, kültürel, sosyal ve ekonomik özgürlük" hususlarında kendilerine ayrıcalık verilmesini isteyebilecektir. Yasaya göre kendilerine yardımcı olacağını taahhüt eden Türkiye Cumhuriyeti'nin bu uygulamaları gerçekleştirmediğini görürse, konuyu uluslararası zeminlere taşıyarak yardım alabilecektir. Bunun adına demokrasi diyorlarsa. Bu demokrasi ile Türkiye’nin bindiği dalı kesen adam durumuna düşürüldüğü açıkça görülmektedir...." İkiz Kanunların yürürlüğe girmesi ile irticai kesimin her cemaat kendi hukukunu yaşasın şeklindeki akıl dışı talepleri de kabul edilmiş olacaktır. Denilebilir ki; Türk hukuk sistemi yerine etnik grupların, cemaatlerin, tarikatların hukuku geçecektir. Yasalara göre diğer bir bölünme imkanı da ekonomik alan kullanılarak sağlanmıştır. Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklara İlişkin Sözleşmenin 1inci Madde, 2 nci Fıkrasında “ Bütün halklar, ... kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk, hiçbir durumda, kendi varlığını sürdürmesi için gerekli olan kendi imkanlarından yoksun bırakılamaz.” denilerek, milli ekonomilerde olması gereken bütünlük kavramı kaldırılmaktadır. Buna göre, yurt sathına yayılmış olan ve 85 milyonun malı olan ekonomik değerler Türkiye halklarının yaşadıkları bölgelere göre ekonomik parçalara bölünmektedir. Milletin tamamının ekonomik ihtiyaçlarının yerini yerel ve etnik çıkarlar alması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunun telaffuz edilmesi dahi korkunçtur. Trakya ayçiçeğini sadece kendisi için kullanmak isterken, Raman Dağındaki petrolden sadece Batmanlı vatandaşlarımız istifade edebilecektir. Bunu düşünmek dahi abesle iştigaldir. Atatürk’ün tüm insanlığı kucaklayan şu görüşlerini bir kalemde silip atan bu düşüncenin mantığı gerçekten ürkütücüdür. “ Milletler yerleştikleri toprakların gerçek sahibidirler. Ancak o topraklarda insanlığın da temsilcisi olarak bulunurlar. Oradaki kaynaklardan kendileri faydalanırken bütün insanlığı da faydalandırmakla yükümlüdürler.(1938)” ” İkiz Yasalarla yurttaşlarımıza getirilen yeni hiç bir hak yoktur. Fakat bugüne kadar ülke varlığını ve bölünmez bütünlüğünü tehdit eden uluslararası terörizm hareketlerini yasal himayeye kavuşturmaktadır. Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’ne göre anayasal organların dışında yeni bir Denetim Organı da oluşturulmaktadır. Bu organ vasıtası ile isteyen halklar, cemaatler, tarikatlar Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde uluslararası mahkemelere dava açabileceklerdir. Bu asla kabullenemez. Sonuç olarak; Ben düşünen bir Türk Vatandaşı olarak bu kanunların kabul edilmesini Türkiye Cumhuriyeti Devletine yapılmış büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum. Bu yasaların terörle mücadelede yönetimin önünde çok ciddi bir engel olduğunu görüyorum. Bir kere daha bu yasaları yöneticilerimiz ve halkımızın gözden geçirerek acilen kaldırılmasına karar vermelerini talep ediyorum. Kahraman şehitlerimizin aziz hatıraları önünle saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun.