Bir zamanlar “Batsın bu dünya!” diyen Orhan Gencebay, şimdi bir şarkı yazsa ne derdi kim bilir? Bu vahşeti anlatabilecek bir kelime bulabilir miydi? Ne güneşin doğuşu, ne gökyüzünün varlığı, ne nefesimizin kıymeti, şükrettiğimiz her şey gece kabus olup uykularımıza çöküyor.

6 yaşında bir kız çocuğu; masum, dünyanın kötülüklerinden habersiz, anne babanın korumasına muhtaç ve her şeyden önemlisi çocuk… Okurken tüylerim diken diken oldu, boğazımda düğümlenen cümleler hala sökülmedi, hala o çaresizliğin içinde, her şeyden bihaber yaşayan bizlerin suskunluğuna dert yanıyorum. Belki yan apartmanımızda, bir sokak aşağımızda, bir saate kapısını tıklatabileceğimiz kadar uzaklıkta, ama ne fark eder belki şuan bile sesini duyamadığımız yüzlerce kız çocuğunun kırıklığını hissediyorum içimde. Bu bana öyle bir şey hissettiriyor ki; sanki çok manasız, sebepsiz yere buradaymışım, kapladığım bir adımlık yerden başka bir şey ifade etmiyormuşum gibi. Gece yastığa başımı koyduğumda payıma düşen mutsuzluğun, çaresizliğin, acının hesabını kendime veremiyorum. Başkaları nasıl veriyor?

Hep dizilerde, filmlerde olur zannediyoruz. Bizim semtimize böyle acılar, böyle yaşanmışlıklar uğramaz diye övünüyoruz, ama bu dünyanın bir parçası değil miyiz? Üzerine çamur düşen kara parçası hepimize ait. Büyük bir başarı kazandığımızda, yeni bir başlangıca imza attığımıza “Güzel Türkiye’m, Güzel vatanım!” diye övünürken, sessiz çığlıklar kulağımızı tırmaladığında nasıl sus pus oluyoruz, ben anlamıyorum.

Bir tek bunu değil, dünyanın düzenini anlamıyorum. Bir sigara parası için bir insan bir cana nasıl kıyar, sırf egosunu tatmin etmek için bir hayvan nasıl kürekle öldürülür, hak ettiği cümleleri sarf ettiğinde bir eş karısını nasıl defalarca bıçaklar, bir baba çocuğunu nasıl satar, nasıl elleriyle hayallerini, hayatını, umutlarını çalar? Tüm bu soruların cevabını verebilecek bir mevki var mı? Eskiden kör de olsa, topal da olsa yerini bulur dediğimiz adalet artık hiç yürüyemiyor. İçimizde “vicdan” diye adlandırdığımız yer artık sızlayamayacak kadar yara almış, merhametimiz kimsesiz kalmış bir çocuk gibi; her gecenin karanlığında üşüyor, ağlıyor, ona sahip çıkacak gerçek bir kalp bekliyor.

Her şey belki bir yere kadar anlaşılabilir. Mantığımız bizi ele verse de dilimiz gerçekleri kendimize saklayabilir, ama 6 yaşında bir çocuk, babasının eliyle dilimin döndüremediği o şeye nasıl yollanır, ben bu cümleyi hiçbir kalıba sığdıramıyorum. Her gün daha da körleşen bu dünyanın bir parçasıyım diye insanlardan ve kendimden nefret etmemeye çalışıyorum, çünkü biliyorum, güzel insanlar da var; sanat için canından olan, yarınlara güzel emanetler bırakabilmek için canını dişine takan, çocuğunu okutabilmek için taş taşıyan, aç gezen, dost dediğinde yanında biten, iyi günde kötü günde elini elinden eksik etmeyen, bütün kötülüklerle tek başına savaşabilmek için gözlerini kısmadan her sabah güneşi selamlayan o güzel insanları tanıyorum…

“Dünya bu kadar korkunç bir yer değil, insanlar bu kadar kötü değil, yaşamı güzel kılan sebepler de var, sen görmeye devam et!” diyen iç sesime karşı her gece o kadar çok mahcup oluyorum ki! Bir söz vardır; “Bu ülkenin bütün çocukları babalarından yaralı” seni var eden birinin gelip, hayatını yok etmesi, o hayatı elleriyle zindan etmesi ne kadar korkunç bir şey. Var olduğuna inanmak istemesem de gerçekler her geçen gün daha da çoğaldıklarını söylüyor. Kimi hayatını elinden alıyor, kimi hayallerini… Oysa gerçeği hayalinden daha güzel olan tek şey; evlattır. Mercimek kadar bir tohumken, doğar, büyür, senin boyuna erişir ve senin yetemediğin ne varsa uzanıp alır. İnsana sunulmuş en değerli mucize; sahipken nankörü; imkansızken uğruna yaşadığın tek şey olan bir armağan.

Bir yanım tek kelime konuşmak, bir cümle yazmak istemiyor; diğer yanım haykırmak, bu haksızlığı kusmak istiyor. Yarınlara daha güzel uyanabileceğimize inanmak için öfkemizi kusmak, içimizde kendimize, doğacak güneşe yer açmak lazım. Yoksa bu çamurun içinde nefes alabilecek tek bir yerimiz kalmayacak. Bir sonraki güne hangi felaketle uyanacağız diye düşünmek yerine, bir sonraki gün kimi mutlu edebilirim, kimin acısına dokunabilirim kısmına geçmek istiyorum.

Bu dünya bir zamanlar güzel bir yermiş, savaşlara, ölümlere, şehitlere rağmen o kan acısıyla birbirimizin elini tutup ayağı kalkmayı başarmışız. Bu bataklıktan kurtulmanın bir yolu illaki var; o da iyilikten geçiyor. Yarına yer açmak için, pas tutmuş öfkelerimizi kusmalıyız, kusmalıyız ki yapacağımız yeniliklere yer açılsın.

6 yaşındaki o ufak kızın yaşadıklarını değiştiremeyiz, yıllarca doğru zannettiği yanlışların içinde büyümüş, mutluluk yerine acıları sahiplenmiş, kaybettiği yılları, en masum yaşları kim geri verebilir ki, hayatın kendisinden başka. Ancak insanın kendine armağan edebileceği ikinci bir hayat, ilkini geride bırakabildiğini gösterir.

Asıl sorulması gereken soru; İnsanlık kendi payına düşen suçluluk duygusunu üzerine aldı mı? Kendini dünyanın efendisi zannederken, aslında en aciz kulu olduğunun farkına varamayan biz insanlar, önce kendimizi değiştirerek dünyaya o kadar büyük bir iyilik yapmış olacağız ki, tüm keşkeler iyikilerle dolacak. Bugün karanlık, belki yarın da, belki bir sonraki gün de, belki bir ay, belki bir yıl o karanlığın içinde bir yerde tünelin sonundaki ışığı arayacağız. Ben inanıyorum; sonunda bulabileceğimiz bir ışık var, ilk adımı da inanarak atmış olacağız.