Ayasofya’nın İsa dinine geri dönmesi için birçok defa girişimde bulundular…

Mesela 1878 yılında, Ruslar İstanbul Yeşilköy’e kadar geldi. Saray halkı neredeyse tamamen ümitlerini yitirmişti. Ruslar çok güçlüydü. Onları geri püskürtmek çok ama çok zordu. Fakat bu durum İngilizlerin de hoşuna gitmiyordu. Ne de olsa uzun zamandır Osmanlının zayıflaması için çaba göstermişlerdi. Osmanlı, istismarcı Ruslara bırakılamazdı. Osmanlı’yı, özellikle İstanbul’u Ruslara kaptırmak, bu şanı onlara bırakmak, paylaşım esnasında öncelikli söz hakkını onlara tanımak işlerine gelmedi…

Orta yolu buluverdiler, Rusları İstanbul’dan geri çekiverdiler.

Ardından 1912’de Bulgarlar, bu sefer Çatalca’ya kadar geldiler. Çok acımasızlardı. Ve Avrupa’nın 1800’lerin başlarında keşfettiği… Ama yeni yeni kullanmaya başladığı ve gerçekten acımasız keşiflerinden sayılabilecek bir silah ile saldırıyorlardı. Atılan bombanın onlarca metali fırlatması ile zayiat artmıştı. Evet “Şarapnel” keşfedilmişti. Atılan tek bir atış ile Şarapnel parçacıklarının onlarca insanı vurabiliyordu.

Artık öldürmek değil, en hızlı ve çok sayıda öldürmek marifetti.

Tek bir atış ile onlarca asker vurulabiliyordu. Bu acımasız savaş sürerken, Beyoğlu’nda ise eğlenceler aralıksız devam ediyordu. İstanbul’da nüfus çoğunluğunu oluşturan Levanten, Rum ve Ermeniler kapılarındaki savaştan memnun gibiydi. Aynı anda Ayasofya’yı İsa’nın dinine döndürmeye çalışan Bulgar, Sırp, Yunan ve Karadağlılar, binlerce Türk ve Müslümanı en gelişmiş makinalı tüfekler ile kurşuna diziyordu.

Öte yandan Türk milletinin de İstanbul’u vermeye niyeti yoktu. Tek yürek oldular. Öğrenciler, gencecik yürekler kalemlerini, çiftçiler sabanlarını bırakmış ve tüfek altına girmişlerdi. Bu makinalı tüfeklere karşı geri dönmeyeceklerini biliyorlardı. Ama bu yüksek inanç ve birliktelik, dönemin en gelişmiş silahlarının Çatalca’yı aşmasını engelledi.

Ardından, takvim yaprakları 1918’i gösterdiğinde… Yine Ayasofya’yı İsa dinine döndürebilmenin peşine düştüler.

İngilizler birtakım sözler vererek İstanbul’a girdi. Çok geçmeden, 1920’de tam anlamıyla idareye el koydular… Sabahın ilk ışıklarıyla karakollarımız basıldı. Uyuyan askerlerimize ateş açıldı. Saray tamamen İngilizlerce kontrol altına alındı. Ayasofya tekrar Hristiyanların ibadetine açılabilecekti. İstanbul sokaklarında, İngilizler tarafından, Nijerya gibi sömürülmüş halkların siyahi ve Hristiyan askerleri, Müslüman kovalıyordu… Ellerine kısmen güç verilince, kendi geçmişlerini unutmuşlardı. Adeta kendi acılarının intikamını alıyorlardı. Masumlara saldırıyorlardı.

Sanki Dersaadet (Saadet Kapısı) olarak anılan, İstanbul’da Rum ya da Bulgarlara hiç ibadet hakkı verilmiyordu!.. Bu insanlar için birçok kilise açılmıştı. İstanbul’da, kendi kiliselerin de rahatlıkla ibadetlerini yerine getirebiliyorlardı… Bu insanlar İstanbul’da olabildiğince özgürlerdi…

Merhamet ve hoşgörü aşığı milletimiz, bu işgal ve tutumu hiç hak etmedi… İngilizlerin İstanbul’u işgalinde elbette çok fazla sebep var. Ama her defasında işgal etmek için sınırlarımıza dayanan düşman basınında, Ayasofya mutlaka söz konusu edilmiştir…

Ve tabi bir de sözüm ona medeniyeti yayma çabaları…

O çok medeni oldukları ile övünen Avrupa, en acımasız silahları üretmek için milyonlar harcıyorlardı… Ve halen de harcıyorlar… Kılıç artık savaşta bir anlam ifade etmiyordu. “Tek bir vuruş ile ne kadar çok insan öldürülebilir?” konusu hep gündemleriydi… Hristiyanlar ile imzalanmış onlarca anlaşmayı hiçe saydılar. Verilmiş sözleri bir bir unuttular…  

Lâkin madalyonun diğer tarafında da durum pek hoş değildi. İstanbul’un işgali sırasında ya da önceki saldırılar da Halifesi olduğumuz Dünya Müslümanlardan çok kısık, cılız birkaç ses haricinde sonucu değiştirebilecek bir yardım maalesef gelmedi. Çatalca sınırına Araplar asker gönderelim dediler, ama o da bir vesile ile gerçekleşmedi.

Hırslarına yenilmiş Avrupa gibi; İmzalanmış anlaşmaları bitirmek, iptal etmek, verilen sözleri unutmak zulmün kapısını aralar… Antlaşmaları bozmadan, iptal etmeden de güçlenebiliriz. Ayrıca bugün “Halifelik tekrar gelirse kime yarar?” sorusunun cevabını iyi analiz etmeliyiz.

İngiliz basınından o günlerde sıklıkla yazılan, Ayasofya ve hatta Halifelik tartışmaları, bilir misiniz Babıali’de gündem olmamıştı!..  

O günün İngiliz basınına benzeyen manşetler gibi; Medyamızın bugünkü manşetlerine bakınca, geçmişten bir ders almadığımızı ve sanki bir yerde yine aldandığımızı görmek mümkün…