Sayıları sürekli azalan;  neredeyse yokları oynayan İstanbullular bu şehir artık bizim olmaktan çıktı diye yakınıyorlar. Hakları da yok değil.

II. Dünya Savaşı sonrasında taşı toprağı altındır sözüne kanan, sırtına yatağını, eline tahta bavulunu alarak gelenler ilk göçü başlatmışlardı. Kısa sürede onları Anadolu’nun zenginleri, iş kurmak isteyenler, sivil mimari örneklerini yok ederek betonlaştıran çıkarcılar izlemişti. Günümüzde Suriyeliler, Afganlar, Afrikalılar işin tuzu biberi oldu. Kısa sürede şehir nüfusu Avrupa’nın pek çok ülkelerini fersah fersah aştı…

İstanbul’un tarihi ve toplumsal kimliğinden her geçen gün biraz daha uzaklaşmasına çoğu hemşerim gibi beni de üzmüş, eskiyi arar olmuştum. Sonunda pek çok İstanbullu gibi gönül verdiğimiz şehrimizden kaçarak anılarla yaşamaya karar vermiştim. Bir kaç kuşak öncesine dayalı bir İstanbullu olarak nereye kaçacağımı uzun süre düşünmüş ve sonunda Ege ile Akdeniz’in birleştiği Datça’ya yerleşmeye karar vermiştim.  Şimdilerde on bir yılı aşkın süredir; orada yaşıyor, yazılarımı sakin bir ortamda yazıyorum. Bazı işlerim ve kitap fuarları, televizyon programları ve dostlarla görüşmek için doğup büyüdüğüm İstanbul’a gitmek zorunda kalıyorum. Her gidişimde de eski mistik, tarihi şehri arıyor,; gittiğime pişman oluyorum.    Benim bıraktığım İstanbul öylesine değişmiş ki; şaşmamak elde değil.

Divan Edebiyatının ünlü şairlerinden Nedim’in (1681-1730) Damat, Makbul ve Maktul İbrahim Paşa’ya yazdığı kasidesinde İstanbul’u ne kadar güzel anlatmıştır:

 “ Bu şehr-i Sıtanbûl ki bi-misl-ü behâdır

   Bir sengine yekpare acem mülkü fedâdır

   Bu İstanbul şehri ki misli benzeri yoktur

   Bir taşına bütün Acem Mülkü fedadır.”

Günümüzün İstanbul’u şehirlisi bir yana; silueti de değişmiş; adeta o güzelim şehir gitmiş yerine betonlaşan bir başkası gelmiş…  Marmara’dan şehre baktığınızda sıra sıra gökdelenlerin görünümü bozduğunu görürsünüz. Ne yazık ki, bazıları bura çağdaşlık, değişim diyorlar!.

Geçelim…

Ekonomiyi betona bağlayan düzen; doğayı, silueti, görünümü bir yana bırakan yeni anlayışın simgesi gökdelenler, AVM’ler şehri doldurmuş…

İstanbul âşığı değerli dostum Çelik Gülersoy iyi ki bu günleri görmedi diye seviniyorum…

Günümüzde artık İstanbul’un eski  soyundan gelme insanlar kalmadı. Arta kalanlar ise her yönüyle yozlaşan bu şehirden kaçıp gittiler ve yerlerini çakma İstanbullulara (!)  bıraktılar.  Bazıları gerçek İstanbullu ne demek; bizim ailemiz falanca yerden göç etmiş, biz burada doğmuşuz, o zaman İstanbulluyuz diyorlar.   Yeri gelmişken onlara söylemek isterim: Gerçek İstanbullu olmanın bir adabı ve kuralları vardı. Bunların başında konuşulan, yazılan dil gelirdi. İstanbul’un tarih boyunca kendine özgü bir dili vardı ve bu dil günümüzde yok oldu.  Sonradan olma İstanbullular!  Kendi şivelerinden uzaklaşıp bu şehrin diline uymak zorundaydılar; ama olmadı.

 İstanbullu olabilmek, bu şehirde yaşayabilmek için, onun tarihine, kültürüne, geleneklerine saygı duyarak uyum sağlamak zorunluluktu.  O da olmadı,

Eski İstanbul’un nezaketinin ne olduğu edebiyatta, anılarda yer almıştır. Geçmişte bu şehir nezaketin mektebi sayılırdı; bu yüzden sonradan gelenlerin kaba bir davranışı görüldüğünde “Başka İstanbul yok burada edep adap öğren” diye azarlanırlardı. Otobüse, nakil vasıtalarına binildiğinden kadınlara öncelik tanınır, herkes hakkına razı olup kuyrukta bekleşir, araç geldiğinde itişilip kakışılmazdı. Maçlarda taraflar birbirlerinden ayrı tribünlerde oturmaz, adam gibi oyunu seyreder kavga dövüş çıkmazdı. Yeri gelmişken Galatasaraylı Karıncaezmez Şevki’nin ruhu şâd olsun.

Eski İstanbullular ekalliyet denilen gayrimüslimlerle kardeş gibi geçinir; taraflar birbirlerinin dini günlerine saygı gösterir ve kutlarlardı. .Onlarla mahalleye, meyhaneye, tavernaya, maçlara, okullara ve  ev ziyaretlerine gidilirdi. Sevinçler ve üzüntüler birlikte paylaşılırdı.

Biraz geçmişe inelim: Kapalıçarşı’yı, o bölgedeki tarihi iş hanlarının ismini bile bilmeyen: Taksim Eftalafos kahvehanesinde nargile içmemiş,  Abanoz sokağını tanımayan erkeklerin, Beyoğlu figüran kahvelerindeki sohbetleri dinlemeyen, Sarıyer’de balık veya börek yememiş, Adalarda faytona binmemiş, Yenikapı Gar Gazinosunun önünden bile geçmemiş, Beyoğlu’nda Atlantik’de sosisli sandviç yememiş, votkalı bira içmemiş, Beyoğlu’nun her biri sanat eseri olan mağazaların vitrinlerindeki estetiği sezememiş, Roberto Lorano’yu, Selçuk Alagöz ile Rana Alagöz’u, Gaskonyalı Toma’yı, Müni Nurettin Selçuk’u, Müzeyyen Senar’ı, Ses Tiyatrosunda Henni ile Vasikaki’yi dinlememiş, İnci Pastahanesinde porifiterol yememiş, Taksim Belediye Gazinosunu, Taksim İşkembecisini, gerçek çirozu, lakerdayı bilmeyen, Lefteris’i, Metin Oktay,’ı, Baba Recep’i, Baba Hakkı’yı, Cihat Arman’ı, Turgay Şeren’i, Suat Mamat’ı, İsfendiyar’ı, Büyük Küçük Fikretleri, Vefalı Galib’i, Robert’i, Çaçi’yi, Çengel Hüseyin’i, Garbis Tenekeci’yi, Sofyanidis’i, Beyoğluspor-Taksim maçlarını seyretmemiş olanlar ve babalarından bile onlarla ilgili bir söz duymayanlar, Taksim’de Kristal’in önünde sevgilisini beklemeyenler, Çamlıca hakkında bilgisi olmayanlar, Moda, Küçüksu, Salacak, Maltepe, Tarabya, Florya, Menekşe plajlarında denize girmeyenler, Heybeli Ada’da mehtap seyretmeyenler İstanbullu sayılır mı?
İstanbul değişti,  o güzellikler, o insanlar gitti, yerleri dolmadı… Bunları bilmeyenler İstanbullu olamaz; yalnızca İstanbul’da yaşadıklarını sanırlar... Her şey değiştirildi.

Yakın tarihlere kadar tiyatroları, operaları, baleleri, konserleri ve festivalleri de yok oldu.

Şimdilerde yaklaşan yerel seçimlerde İstanbul’u kim kazanacak deniliyor, bunun tartışması yapılıyor. Kim kazanırsa kazansın eski tarihi, doğasıyla ünlü İstanbul’u geri getirecek mi?

Kısacası çöküş: sözcüğün tam anlamıyla tam bir çöküş…