“Görelim bakalım şu senin meşhur Kilis’ini” dedi dostum. Uzak yerden gelmiş misafirimdi. Meşhur derken son zamanlarda Kilis’in adının haberlerde

“Görelim bakalım şu senin meşhur Kilis’ini” dedi dostum. Uzak yerden gelmiş misafirimdi. Meşhur derken son zamanlarda Kilis’in adının haberlerde sıkça geçmesini kastediyordu. “Biz de en az siz büyükşehirdekiler kadar meşhur olmaya hakkımız var oğlum!” dedim. Güldü. Haklı mıydı? Meşhur muyduk? Eğer meşhur olmak, her gün şehrin adının bombalarla birlikte anılmasıysa haklıydı, meşhurduk. “Fazla üzerine gelmeyeceğim” dedim. “Bu günlerde buraya gelmek ne de olsa cesaret ister” bir daha güldük.“Bir de şu meşhur mutfağınızı görelim. Herhalde elin cebine gider de şöyle güzel bir yere götürürsün. Maksat Anadolu tatlar. Kilis mutfağını tanımak” deyince “Bombalar bile yemek yemeden alıkoymayıp geldiysen eee artık yedirmek farz oldu” dedim. Bir kere daha güldü.
Yeri gelmişken bu ayrıntının acı bir nokta olduğunu söylemeliyim. Bir şehrin kültürünü mutfakla anlatmak, yemek adlarıyla sayıp bitirmek… Suç şehrin mi? Kilis kültürü denince bir hazineden bahsedilirken elbette hayır! Kültürü mideden ibaret zanneden, Kilis kültürünü bir iki türkünün ardından yemek adlarına mahkûm eden ekabirin ve kalemşorların kulakları çınlasın…
Biz konumuza dönelim. Vakit akşam olmak üzereydi. İyi sayılabilecek, bahçeli, nezih bir lokantaya gittik. Kendimize güzel bir masa bulduk. Bizimle birlikte üç dört masa daha doluydu. Bana hak vereceksinizr. İnsan dostuyla olunca muhabbetin tadına doyum olmuyor. Hatıralar, latifeler, izlenimler… Hayatın güzel olduğu zamanlardı kısaca.
Fakat sonra engin olan bahçe duvarının dış tarafından bir başın bize doğru uzandığını gördük. Küçük bir çocuk başıydı bu… Kirli saçlarının altında, gözlerinden isteme yağdıran kirli ama sevimli bir yüz. Arkasında taşıdığı kağıt çuvalına kollarını dayanmış ve gözlerinin bize dikmiş, bekleyen bir çocuk kafası...
Şimdi düşünüyorum da belki zehir gibi bir hafızası, müthiş zekası vardı. Kir pas içindeki elinin sanata ya da tamire yeteneği vardı. Belki normal zamanlar olsa oyunlarda koşup eğlenecek, çocksu işlerle yorulacak olan bir çocuk şimdi kahreden istemeye alışmış bakışlarıyla karşımızda öylece duruyordu… Acı ve büyük hikâyeleri yazılmamış kaosun zavallı çocukları... Sadece ellerinde kalan en temel hakları, yaşamlarını sürdürmeye çalışan mülteci küçükler…
Bir an acıma ile misafirimin tanıklığından dolayı rahatsız olma arasında gittim geldim. Sonra Arapça ve Türkçe kırık dökük bir cümle duydum çocuktan… Dostumsa gözlerinde soru işaretleriyle meseleyi anlamaya çalışıyordu. Cebimden bir meblağ çıkardım. Çocuk aldı ama halinden hiç de hoşnut değildi. İstediği bu değilmiş gibi bir duruşu vardı. Bu sırada arka tarafta bir hareketlenme oldu.
Mesele şuydu ki diğer masadakiler benden daha anlayışlı çıkmıştı. Gülüşmeler içinde duvarın üzerine ekmek ve biraz yiyecek bıraktılar. Meğer çocuğun istediği yemekmiş. İştahla aldı çocuk. Öyle seviniyordu ki, her zaman yapılan sıradan bir davranışı yeniden yapar gibi aldı ve yemeye başladı. Sonra diğer masalardakiler bu törene(!) katıldı. Herkes menüsünden gönlünden koptuğunca biraz bırakmaya başladı. Olldukça sağlıklı ve iyi beslenmiş tosun bir çocuk “Ne olur baba bizde verelim” dedi. Temizlik düşkünü annesi “Hayır, pis o!“ dedi. Müşfik baba verme taraftarıydı. “Şuradan uzat gel” dedi.
Sonunda herkes duvar üzerine bir iki parça yediklerinden bırakmış oldu. Bir köpek gibi besledik çocuğu yani. Aç kalmış bir köpek yavrusuna lütfetmiş, artıklarımızdan vermiş ve vicdanımızı muhtaç bir canlıya yardım etmiş olmanın huzuru içinde doyurmuştuk. Bütün müşteriler olarak o gün mutluyduk. Çünkü Suriyeli küçük köpeğin (!) karnını doyurmasına biz sebep olmuştuk…
Dostum “Gideceğim” dedi. Yüzünde tahmin ettiğim gibi o bildik neşe yoktu. “Nereye daha yemek gelmedi” dedim. Acı acı yüzüme baktı. “Oğlum siz alışmışsınız be!” dedi. Hayatların kaymasına, savaşın çocukları köpekleştirmesine, kızların bir sığınacak ev için kuma olmasına, emniyet içinde yaşayan insanların şimdi kendilerini hiçbir yere ait hissetmemelerine alışmışsınız. Bilmem hangi sokaktaki, kimsenin haberi olmadan aç ölecek yaşlı kadını duymak sizi ürpertmeyecek veya.…………………..
Aslında ne diyeceğini ve neden sorduğumu bildiğini biliyordum. Ama yine de sordum. “ Bu kadar acımasız olma! Suçun hepsi bizim mi? Bu şehir neler çekti haberin var mı? Duyarsızlaşmışsak tek sebep biz miyiz?”
“Hayır hayır!” dedi. Suçun hepsi sizin değil. Hatta belki de suçunuz bile yok denilebilir. Ben “alışmışsınız” derken suçlamak için demedim. En az şu çocuk kadar, zorlu hayat yaşayanlar kadar siz de mazlumsunuz.” İşte bunu beklemiyordum. Ne demek istediğini anlamamıştım.
“Çünkü hayatın basit kuralıdır. Zayıf biri gücünün üstünde imtihanlara tabi tutulmaz. Eğer tutulursa kaybedereği bellidir. Bu yüzden bu kişi asla imtihan edilmez. Eğer yine de sınava tabi tutulur ve kaybederse kaybeden, her ne kadar imtihana tabi tutulanmış gibi görünense de esas onu imtihan edendir. O yüzden suçlu değil siz ve yarın bizler, yani gücümüzün üzerinde imtihana tabi tutulanlar, en az bunlar kadar mazlumuz.