İslâm’daki rahmet, Kur’an semasından yağmaktadır. Kur’an’ın Medeniyet esasları müsbettir.
Doğruluk ve hidayet yolunun tabiatında, insanın lâyık olduğu şekilde ilerlemesi ve refahı söz konusudur. Ruha lâzım olacak surette nurlanma / aydınlanma ve gelişme vardır.
     Kitlelerin birlik ciheti; içlerinde zuhur edebilecek unsuriyete / ırkçılığa ve menfî milliyetçiliğe fırsat vermez. Onların yerini din bağı alır. Vatandaşlık bağı doldurur. İman kardeşliği sağlar.
     Çünkü ancak mü’minler / inananlar kardeştir. Diğerleri ise, İslâm’a aday insan olan kardeşlerimizdir.
     Dışardan bir tecavüz ve saldırı vaki olsa, sadece müdafaa ve savunmada bulunur. Çünkü vatan sevgisi imandandır.
     Oysa Menfî Batı Medeniyeti; hevesi ve kötü arzuları serbest bırakmıştır. Heva ve nefsanî düşkünlükleri hür bırakmıştır. Hayvanî hürriyete, sınırsız bir imkân tanımıştır. Böylece  heves ve kötü arzular insana tahakküm eder. Heva, yani nefsanîlikler; insanı istibdadı ve baskısı altına alır.
     Üstelik, zorunlu ve mecburî olmayan ihtiyaçları; zarurî, giderilmesi zorunlu ihtiyaçlar; yemek, içmek, giyinmek gibi temel ihtiyaçlar hâline sokmuştur. Böylece rahatlığı gidermiş, insanı yersiz huzursuzluklar içine itmiştir.
     Meselâ bir insan, dört şeye muhtaç iken, menfî medeniyet onu yüz şeye muhtaç ederek, fakirleşmesini mümkün kılmış. Öyle ki, helâl kazanç masrafı karşılayamaz olmuş. Bu da insanları hileye ve haram yollara başvurmaya sevketmiştir.
     Böylece, Allah’ın koyduğu esasları bozmuş. Bazı kesimlerin haksız kazanç, yersiz servet ve haşmet / ihtişam ve sözde görkemlilik sahibi olmalarına yol açmış. Kişileri ise, hem ahlâksız etmiş, hem de fakir hâle düşürmüştür.
     Nitekim, İlk Çağlar’daki her türlü vahşet, zâlimce davranışlar, sayısız cinayetler, acımasızlığın sergilendiği tüm hıyanetler; bunun açık delilleridir.
     İşte bu gibi gayri insanî davranışları; şu habis / pis, çirkin ve kötü Menfî Batı Medeniyeti, Birinci Dünya Savaşı esnasında, tüm detaylarıyla birlikte bir defa daha, hem de bütün dehşetiyle kustu. Yeryüzünü kana boğdu.
     Bu yetmezmiş gibi, aynı mel’âneti İkinci Dünya Savaşı’nda tekrarladı. Hava, deniz ve karanın yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.
     İşte bütün bu manzaralar; İslâm Âlemi’nin Batı’ya karşı çekimserliğinin somut delil ve kanıtlarıdır.
     İşte bu yüzden, İslâm Âlemi ve Osmanlı Devleti; ister istemez Batı’ya karşı kendilerini soğuk bir davranışta buldular.
     Çünkü İslâm’da olan İlâhî nurun seçkin özelliği; Müslümanları böyle menfî bir medeniyete karşı yakınlık dıymaktan, onları müstağni kılmış, uzak durmalarını sağlamış.

     İstiklâl ve hürriyetlerini her şeyin üstünde tutmaları gerektiği düşüncesiyle onları sabitlemiştir.
     Çünkü İslâmiyet’in ruhunda şefkat, imanın verdiği izzet ve şeref vardır.
     Beyanı mucize olan Kur’an’ın; mucizeli, beyaz, parlak ve hayır getiren eli, İslâm’ın hakikatleri ve dinin gerçekleri; istikbalde / yakın bir gelecekte; o zahiren şaşaalı gözüken, aldatıcı Menfî Batı Medeniyeti’ni; karşısında hayret secdesine mecbur edecektir.
     Zira, Menfî Batı Medeniyeti’ini Deha’sı ile İslâm Medeniyeti’nin Hüda’sının menşe ve kaynakları ayrıdır.
     Hüda semadan indi. Deha zeminden çıktı.
     Hüda kalpte işliyor, dimağı / beyni de işletir.
     Deha dimağ / beyinde işler, kalbi de karıştırır.
     Hüda ruhu nurlandırır / aydınlatır. Ruha ekilen mânevî tohumları ve kabiliyet çekirdeklerini sümbüllendirir. Karanlıklı tabiatlar, onunla ışıklanır. Olgunlaşma, gelişme istidat ve kabiliyeti; birden bire yol alır. İnsanın bedeni ve hayvanî yönü olan cismanî nefsini; emrine amâde kılar. Gayretli ve kabiliyetli insanları melek sima eder. Kabiliyetli insanları melek sima eder.