Aydoğdu’daki hemzemin geçit adeta şehir evleri ile Kovanağzı arasına bir hat çizerdi. Kenarlarına sert kırma taş parçaları serpiştirilmiş rayları öte yana geçince, sağ yanımızı Karaciğan Tuğla Fabrikasının yarı beline kadar taş, üstü tuğla örülü duvarı, sol yanımızı da önünde onlarca metre kuyruk oluşan Et Balık Kurumunun bakımlı bir bağı andıran uçsuz bucaksız bahçesi kuşatırdı. Şimdi Meram Belediye Binasının olduğu yerden, Konya’nın en uzun caddesi Çakılharmanlar’a kıvrılınca şehirden çıktığımızın iyice farkına varırdık. Zira Et Balık Kurumu arazisinin bittiği yerde bu defa Anadolu’nun en büyük Yem Fabrikasının sessizliğine doğru yol alırdık. Arada bir araziden yükselen köpek ulumaları ürperti hissini korkuya çevirse de zaman içinde herkes buna alışırdı.
Akşam karanlığı bastığında ürperti ve korku duyguları bazı yerlerde zirveye varırdı. Mesele Karalılar Caddesinde Evliyalı Sabri amca, Ali, Akif ve Talip Hocalardan sonra Mazin dayının bahçesini geçince yolun üzeri iki yakadan uzanan ağaç dallarıyla kaplanır; börtü böcek sesleri her an bir saldırıya maruz kalacağımız duygusunu kamçılardı. Benzer durum Şalgacılar ve Karnıbüyük Hocanın bağı bulunan sokakta da yaşanırdı.
Bağlar başıboş köpeklerden başka yılan çıyanların da adeta barınağı idi. Ağaç dallarında bülbül misali binbir çeşit kuş ötüp, çiçeklerin etrafında rengârenk kelebekler uçuşsa da nadiren bir ağacın yorgun gövdesinden yukarı doğru sünen ya da aşağı doğru sarkan yılan görmek de mümkündü. Keza akşamları, duvarların ışığa yakın bölgelerinde sinek avına çıkan kertenkeleler, nemli çalı diplerini mesken edinen çıyan, yani kırkayaklardan kimse hazzetmezdi. Akrebin doğasında yeşillikler arasında yaşamak olmasa da, yol kumlama sırasında ya da inşaat için nakledilen toprağın içinde geldiği olurdu. Nitekim bir ara bizim eve de tebelleş olmuştu da her gün birkaç tanesini öldürürdük. Bu işin çaresini arayan babama bir attarın tavsiyesiyle, evin etrafına katran sürünce hakikaten kaybolup gitmişlerdi.
Büyük ve küçükbaş hayvancılığın yaygın olduğu dönemde mahallede bökelek denilen sığır sineği de çok olurdu. Bazen otlamaya çıkarılan hayvana yapışan sinek nasıl bir acı verirse; adeta çatlayacakmış gibi koşturur, bağa-bostana girip etrafı tarumar ettiği olurdu. Yıkıntılar arasında kene ile de karşılaşılır, çocuklara buralardan uzak durması sıkı sıkı tembih edilirdi.
Envai çeşit desenli sanat harikası evlerini sırtında taşıyan salyangozlar yağmurlu günlerde ortaya çıkar, duvarlara ve ağaçlara bile tırmanırdı. Sert kabuğunun altındaki kemiksiz bedeninden salgıladığı parlak sıvı geçtiği yerde bir müddet iz bırakır, başının üzerindeki antensi uzun çıkıntılarındaki gözleriyle uzağı görüp, tehlikeyi sezdiğinde kabuğunun içine saklanırdı. Sıvısı nedeniyle sevimsiz gelse de sert kabuğundaki desenleriyle ilgi çeken salyangozlar kısa zamanda ticari amaçla toplanır olmuştu. Tahtadan mamul iteklemeli arabası ile “Salyangoz alıyom, muşmula alıyom” diye çığırtkanlık yaparak gelen genç alıcı, bazı çocukları salyangoz toplamaya teşvik etti. Sonraki zamanda yağmurlu günlerde Skoda marka pikap, Anadol ya da Murat taksi ile gelip, çocukların topladığı salyangozları el terazisiyle tartarak satın alan tacirler ortaya çıktı. Bu adamlar, birçok insanda tiksinti hissi uyandıran onca salyangozu ne yapıyordu acaba? Bir gün, çocukların topladığı salyangozları önce yere döküp, içinde haksız ağırlık yapacak taş olup olmadığını kontrol ederek tartan alıcıya yaklaşan bir büyüğümüz, milletin hoşlanmadığı bu yaratıkları neden satın aldıklarını sordu. Adam istifini bozmadan, “Fransızlar bunu yiyor. Biz de toptancıya satıyoruz, onlar Fransa’ya götürüyor” diye cevap verdi.
Evi sırtında olan bir başka bahçe müdavimi de kaplumbağalardı. Ağır ağır yürürken, gözleri radar misali etrafını kontrol eder, tehlikeyi hissettiği anda başını ve ayaklarını kabuğunun içine çekerek kendini sert kabuğunun muhafazasına alırdı. Kaplumbağalar en çok salatalıkları sever, bahçenin ıssız olduğu zamanlarda fideler arasında gezinerek beslendikten sonra, kabuğunun rengine uygun bir konum seçerek gizlenirdi.
Bahçelerinde sebze yetiştirenlerin en büyük dertleri körsü yani köstebek ile danaburnu idi. Toprak içinde yaşayan ve avarların altını tünel gibi kazıp köklerini kemiren körsü yer üstünde görülmediğinden onunla mücadele etmek pek kolay olmazdı. Köstebek deliğine sabunlu su dökerek gün yüzüne çıkmasına epeyce uğraşanlar oldu ama bu yöntem onu bahçeden kovmak için başarılı olmadığı gibi bitkilere de zarar verince başka arayışlara geçildi. Meğer “Körsü tabancası” diye bir alet icat edilmiş de bizim haberimiz yokmuş.
Haznesine düşük gramajlı fişek sürülerek kurulan bu tabancalar körsü deliğinin ağzına yerleştirilir, gecenin bir vaktinde duyulan patlama sesiyle ahali, “Körsü geldi” diye heyecanla bahçeye koşardı. Fakat bu tabancayı kurarken fevkalade dikkatli olmak gerekirdi. Nitekim kurma sırasında elinde patlatıp kendini yaralayanlar da olurdu.
Zararlı böcek familyasından olan danaburnu da toprak altında yaşayıp teze bitki kökleriyle ve fidelerin taze dipleriyle beslendiğinden, ilkbaharda tohumlar yeşerirken harekete geçerdi. Dibinden kırpılmış her bitki, bahçede danaburnu varlığının işaretiydi. Irmakların coşkun olduğu, salma suyun bol kullanıldığı zamanlarda bahçede gölleme yapılınca suda boğulan danaburnu yüzeye çıkardı.
Arkadaşlarla Biga Sokak’ın toprak yolunda top oynadığımız bir gün annem ve komşu kadınlar köşe başında sohbete koyulmuşlardı. Müzeyyen abla bahçenin avlunun kapısını örtmeden çıkıp köşeye doğru ivedi adımlarla gelirken, yüreğindeki korku çehresine de yansımıştı. Yaklaşırken yardım isteyen bir tonla, “Bizim bahçede kocaman bir yılan var, ne yapacağımı bilemedim!” dedi.
Yılan sözünü duyunca çocukların da oyunu bitti. Herkes ne yapılması gerektiğine dair fikir üretmeye çalışırken annem, Yufkacı Haydar’ın o gün işten erken geldiğini söyleyip, çağırmamızı istedi. Haydar abi pehlivan ve cesur bir adamdı… Yılanın nerede olduğunu öğrendikten sonra önce bir kürek istese de vazgeçti. “Emanet aletle av gidilmez” deyip, bahçesinden kendi küreğini omzuna alarak göğsü bir adım önde Denizköy Sokak’a doğru yürüdü. Çocuklar onu merakla takip ederken arkadan gelen kadınların duaları salavatlarla hemhal oluyordu. İki kanatlı tahta kapı o an için bir korku filminin giriş sahnesini andırıyordu. Adımlar seyreldi; sesler tükendi. Adeta her birimizin kalp atışı duyulur gibiydi. Haydar abi omzundan yavaşça indirdiği küreği sağa sola çarpmamaya dikkat ederek avluya girdi ve soldaki marul ocağına dikkat kesildi. İşte orada yemyeşil bir yılan boylu boyunca uzanmış, hareketsizce yatıyordu. Evin kedisi de marulların arasındaki yılanın başında, avına odaklanmış bir motivasyonla adeta vatan nöbetinde gibiydi. Yılanın gözleri kediye, kedinin gözleri de yılana sabitlenmişti. Parmak uçlarında ocağın yanına sokulan Haydar abi, derin bir nefes alıp “Ya Allah” diyerek küreği havalandırdıktan sonra yılanın beline indirdiği anda kuyruğu ve başı havada dolanmaya başladı. Fakat Haydar abi vuruşları seriye bağlamıştı. Bir daha, bir daha derken; başına vurulan darbelerden sonra yılanın hareket kabiliyeti tükenmeye yüz tuttu. Bu arada kedi, ilk kürek darbesiyle birlikte keskin bir miyavlama ile sıçrayıp duvarın dibine kaçmış, durduğu yerde olan biteni seyrediyordu. İlk darbede bel oku kırılan yılan kaçamamıştı. Ama kürek değmemiş yerleri sağa sola kıvrılıyordu. Son bir kaç kürek darbesinden sonra sadece kuyruk ucu hareket edebilir hale gelince Haydar abi, işini muvaffakiyetle yapmış olmanın keyfiyle, alnında biriken teri elinin tersiyle silerken, “Kaçırmadan hallettik, şimdi bunu yok etmek lâzım” dedi.
Akla gelen ilk fikir, arkadaki ekin tarlasının kıyısına bırakıp, leyleklerin götürmesiydi ama gelip geçen birinin onu görmesiyle yaşayacağı korku hesaba katılarak; yakılması ya da gömülmesi fikri ağırlık kazandı. “Yakılırsa yağmur yağarmış” diyen teyzemiz kimdi hatırlamıyorum ama bunun eziyet olacağı aşikârdı. Küreğin üzerinde ekin tarlasına doğru taşırken ezilmiş başı ve kuyruğu yerde sürünüyordu. Gömerken, yılan için bir cenaze merasimi yapar gibiydik.
Ailece tarla işiyle meşgul olduğumuz bir gün ortalıkta siyah borazanlar dolaşmaya başlamıştı. Bunlar arıdan daha iriydi ve keskin vızıltılar çıkarıyordu. Her nasılsa biri annemi boğazından sokmuştu. Hastaneye gitmek pek meşakkatli olduğundan, annemi ikna edemedik. Soğuk demir bastırmak, yoğurt sürmek gibi kocakarı yöntemleri uygulamamıza rağmen annemin bir yüzü davul gibi şişmişti.
Aynı gün arkadaşlarıyla evin önünde oynayan kardeşim Sadık, “Yılan gördüm” diye birkaç defa çığlık attı. O yıllarda evimizin önü tahta çit ile çevrili, kenarında da sarmaşıklarımız vardı. Kökenler arasından kocaman bir kırkayak çıkardık ve toprak yolda öldürdükten sonra gömdük. Babam o yıllarda Konya Belediyesine ait asfalt şantiyesinde vardiyalı çalışıyordu. Akşamdan sonra nöbetine gitti. Sabaha karşı Sadık koltuk altını tutarak, “Beni bir şey soktu, borazan mı bilmem” diye feryat ederek uyandı. Ekrem abim ve annemle yanına geldik ama kerpeten gibi sıktığı elini bir türlü açmıyordu. Atletini yukarı doğru sıyırınca, parmaklarının arasına sıkışmış bordo bir çıyanın debelendiğini gördük. Kalın bir bezle sarmaladıktan sonra Sadık, sıkıştırdığı yeri bıraktı ve yola götürüp imha ettik. Anlaşılan bu mel’un, gündüz eşini ya da arkadaşını ihbar eden Sadık’tan intikam almaya gelmişti.
Çıyan demişken… Bir gündüz vakti de Hüseyin amcam köyden çıkıp gelmişti. Annem, yüz gramlık Çaykur paketinden, özenle çay demleyip getirmiş ve süzgeç kullanarak bardakları doldurmuştu. Eh, ilk bardakta misafire servis edilmeliydi. O yıllarda küçük bardaklar henüz evlere girmemişti. Amcam, bardaktaki çayın üçte ikisini içmişti ki mahzun bir tebessümle, “Benim çayın içinde ne var, bir bakın!” dedi. Meğer küçük bir kırkayak süzgecin altına tutunmuş da çay doldururken ilk bardağın içine düşüp sıcaktan haşlanmış. Aman, ne mahcubiyet yaşamıştık.
Bahçeli evlerin sevilmeyen müdavimleri arasında fareler de vardı. Hangi tedbir alınırsa alınsın, fareler gözüne kestirdiği yere girmekte pek mahirdi. Bu sebeple un, bulgur, bakliyat çuvallarına dikkat edilir, bilhassa tarhanaları fareden korumaya özen gösterilirdi. Bu konuda hemen hemen her evin başyardımcısı kedilerdi. O yıllarda kediler hazır mamaya aşina olmadığından, sofraların artığı bazı yemeklerle, bayatlamış ekmeklerin üzerine dökülen ekşi yoğurtlarla ve yakaladıkları fare ya da avladıkları kuşlarla, kertenkelelerle beslenirdi.
Kedi beslenmeyen evlerin fare uylayan, yani dadanan yerlerine, üzerinde peynir kırıntısı gibi fare çeken yiyecekler olan tuzaklar kurulurdu. Zamanla farelerin akıllı yaratıklar olduğunu herkes öğrendi. Zira kapana yakalanmadan, tuzak üstündeki yiyecekleri götürenler oluyordu.
Fare kapanı kurarken ihtimam göstermek lâzımdı. Çünkü yaylı kıskacı geren telin ucu küçük bir deliğe yerleştirilirdi ki; en küçük sarsıntıda atması halinde kuran kişinin eli kapanın arasında sıkışıp yaralanırdı.
Sonraki zamanlarda piyasaya fare yapışkanları çıktı. Fakat fareyi öldürmeden yakalayan bu yapışkanlar iki türlü hüzün sebebi oluyordu. Fare yapıştığı karton üzerinde can çekişirken çöpe atıldığında, bazı kediler yemeye teşebbüs ediyor, yüzüne yapışan karton sebebiyle epey eziyet görüyordu.
Bir yanda üzerinde etler pişen, diğer yanda semaverde çay kaynayan keyif terasından bakıldığında huzur veren bahçelerin, bağ evlerinin zor yanlarından bazılarıydı bunlar.