Denizköy Sokak’ın ıssız olduğu yıllarda yan sokakta bahçemizin karşısında bir inşaat başladı. Kerpiç ve ot tuğlasından mamul evlerin arasındaki bu inşaatta briket denilen bir yapı malzemesi kullanılıyordu. Biz çocuklar için de bu yeni bir şey öğrenmekti. İnşaat sahibi, üniformalı, başında bekçi şapkası olan bir zattı. Belki şapkadaki armadan, belki de yüzüne tebessüm konduramayışından ilk günler bize soğuk bir adam gibi gelmişti. Herkes gibi o da inşaatı bitirip evi kullanılır hale getirince, çevre düzenlemesine ihtiyaç duymadan göçünü getirip yerleşti. Çok geçmeden de oğlu Mehmet hepimizle yakın arkadaş oldu.
Bekçi Musa, namından da anlaşılacağı üzere gece bekçisiydi. Sabah evine gelip istirahat eder, akşama doğru da üniformalarıyla görev mahalli olan muhite yolcu olurdu. Hanımı Firdevs abla komşu kadınlarla kaynaşıp anlaşmakta gecikmedi. Muhteber evin büyük kızı, Elif üç numaraydı. Mahalleye taşındıktan sonra doğan Ercan, “Sarı çocuk” olarak nam salmıştı. Bize göre daha şehirli ve narin olan Mehmet ile Alparslan’da aynı sınıftaydık. Biz Derbent dağlarından, onlar da bizim dağların ardındaki Ilgın ve Kadınhanı havzasındandı.
Yağmurlu bir Nisan akşamının sabahında Biga Sokak’ın köşesinden feryat edercesine bir üç tekerlekli motor giriş yaptı. Gaz telini koparacak gibi asılan adamın bir acelesi olmalıydı. Yaklaşınca gördük ki gelen Mehmet’in Veli emmisiydi. Denizköy’e girmek için hızını yarıya düşürürken yüzünü yeğeninden yana değil de öte yana çevirmesi önce pek bir anlamsız gelmişti ama evin önünde durduktan sonra ardından koşan yeğenine sarılırken gözyaşlarının sele dönüşmesi belleğinde taşıdığı acı haberin işaretiydi. O, eve girer girmez muhit Firdevs ablanın figanıyla inledi. “Musa’m!” diye feryat ettikçe sanki gök kubbe sarsılıyordu. Sadece çocuklar değil, mahallenin kadınları da oraya üşüştü telaşla. “Çocuktan al haberi” derler ama bizim de olup bitenden haberimiz yoktu işte. Her nasıl olmuşsa bir ara Firdevs abla balkonda göründü. Feryadı yüreklerde yankılanıyordu. “Musa’m bizi bırakıp nereye gittin” diyerek duvarı döverken elleri perişan olmuştu.
Çok geçmeden işin aslını öğrendik. Musa amca ve iş arkadaşları nöbet çıkışında buluşup arabayla şehre dönerken Meram yolunda direksiyon hâkimiyetini kaybedip ağaca çarpmışlar, Musa amcayla birlikte bir arkadaşı ölmüştü. Haber doğruydu ama acılı kadını sakinleştirmek için bir şeyler yapılmalıydı. “Musa yaralıymış, bir iki kemiği kırılmış. İzmir’de hastaneye götürülmüş” dediklerini duyunca bir miktar sükût etti. İşin aslı öyle değildi tabi. Ceset hastane morgunda alınmayı bekliyordu. Musa amca, bin bir zahmetle inşa ettirdiği evinde bir yıl ancak oturabilmişti.
Mehmet, babasıyla ilgili haberler ve annesinin hali karşısında daha bir durağandı. Ağlamalı mı, ne yapmalıydı bilemiyor, kenarda mahzun bir şekilde bekliyordu. İbrahim yanına varıp, “Baban yaralıymış, iyileşir merak etme” dediğinde, “Ya iyileşmez de ölürse?” diye sorduğunda kimsenin hançeresinde hazır bir cevap yoktu. Yetimlikte tecrübeli kimse olmadığına göre o tecrübeyi yeni oluşturacaktık. Çocuksu bir eda ile “Baban yok, diye seni kimse dövemez. Sana el kaldıranın elini kırarız” diye destek oldu İbrahim.
O gün cenaze işleri konu komşu tarafından sessizlik içinde sürdürüldü, mahalle halkı Musalla mezarlığına akın edip Musa amcaya son vazifesini yaptı. Ele avuca gelir üç çocuğu ve emekleme evresinde bir bebe ile kalan Firdevs abla kocasının bıraktığı maaşla, dört çocuğuna hem ana hem baba olup yılları devirdi. Önce Muhteber gelip olup mahallenin öteki ucuna gitti, sonra Mehmet Selbasan yöresine yuva kurdu. Elif gelin olduğunda Ercan ile yalnız kalsalar da onu baş göz edince yalnızlıkları son buldu.
Annemle babamı Muhacir Pazarından hac yolculuğuna uğurladığımız gün, annemin ardından en çok gözyaşı akıtan Firdevs abla olmuştu. Belki de o yaşların hatırına, ertesi yıl ona da mukaddes yolculuk nasip oldu ve kutsal beldelerde ibadetini yapıp döndü.
Annemi kaybettiğimizde karşı evdeki acının benzerini biz de yaşadık. Annemin vefatından üç ay kadar sonra, yaz başında bir akşam balkonda otururken, Firdevs ablaların bahçesinden mangal dumanıyla karışık lezafet ve neşe saçılıyordu. Cıvıltılara bakılırsa Mehmet ve çocukları da oradaydı. Gülüşme ve şakalaşma desibeli yükseldikçe Firdevs abla torunlarına müdahale edip sessiz olmaya zorluyordu. Ne de olsa karşı evdeki köz henüz küllenmekteydi.
Ampulü söndürüp ay ışığında gece yarısını bulduktan sonra neredeyse eş zamanlı olarak evlerimize çekildik. Yatmak üzere hazırlandığım sırada kapı zili kesintisiz çaldığı gibi demir kapı da gümbürdemeye başladı. Sanki dışarıda olağandışı bir şeyler oluyordu! Yarı giyinik vaziyette balkona çıkıp görüntüyü perdeleyen dut dalını kenara çekince, duvarın üzerinden Ercan’ın dehşete kapılmış suretiyle karşılaştım. “Abi anneme bir şey oldu, acele hastaneye gitmemiz lazım” derken nefesi tükenecek gibiydi.
“Anneni yola çıkar hemen geliyordum” deyip içeri girdim ve süratle üzerimi giyinip arabanın anahtarını aldım. Gürültünün uyandırdığı telaşla evdeki herkes mabeyne fırlamıştı. Aceleyle durumu anlatıp arabayı garajdan çıkardım ve Ercan annesini yola getirmeden kapılarına yanaştım. İki büklüm vaziyetteki Firdevs abla oğlunun desteğine rağmen adım atmakta zorlanıyordu. Arka koltuğa yerleştirip hareket ettiğimizde rahatsızlığını anlamaya çalıştım. “Sırtım delinecek gibi, nefes alamıyorum” derken konuşmakta zorlanıyordu. Kalp krizi geçiriyor olmalıydı. Sokağın bir yanı SSK hastanesine, diğer yanı Vakıf hastanesine gittiğinden Ercan’a sordum. “Abi en yakın neresiyse oraya…” dediğinde, direksiyonu Kurtuluş istikametine çevirdim.
Hastane yoluna girdiğimizde Firdevs ablanın dili peltekleşti, sayıklamaları kesildi. Neyse ki acilde görevli olan gençler kapı önünde sigara molasındaydılar da flaşörleri yanarak gelen arabayı görünce biz varmadan sedyeyi hazır ettiler. Bir yandan hastayı alırken diğer yandan, “Neyi var?” diye sordular. “Zannımca kalp krizi geçiriyor” diyerek karşılık verdim.
Hasta acil ünitesine götürüldüğü sırada, “Hastanın kaydını yapalım” diyerek sekreter yanımızda belirdi. Biz can derdindeyken o kaydın, daha doğrusu paranın derdindeydi. Henüz, kayıt işlemi bitmeden, Acil Servisten gelen görevli, “Hastamız şiddetli bir kalp krizi geçiriyor, burada yapabileceğimiz bir şey yok. Tam donanımlı bir hastaneye sevk etmemiz lazım” dediğinde ne kadar borçlanmıştık acaba?
“Bekletmeyin, hemen sevk edin” dediğimi duyan görevli, “Arabanızı kapıya getirin” deyince dilimin kilidi çözüldü! “Ağır kalp krizi geçiren hastayı ambulansla ve başında bir doktorla sevk etmeniz gerekir, Broadway ile değil” diyerek tepki gösterdiğim sırada sekreterin “Efendim, ücretiniz” şeklindeki sözleri, selam verip borçlu çıkmak ya da yangına körük tutmak gibiydi!
Firdevs abla ambulansa alınırken Ercan’a; annesine refakat etmesini, durumu ailesine haber vereceğimi söyledim. Ambulans siren çalarak Tıp Fakültesinin yolunu tutarken ben de içimdeki sıkıntıyla mahalleye döndüm. Durumu haber vermek için Mehmet’in Selbasan civarındaki evinin kapısını çaldığımızda gecenin üçte ikisi tamama ermişti. Hatice ile birlikte endişeli gözlerle karşıladılar. Annesinin rahatsızlığını haber verip, hemen Tıp Fakültesine gitmesini söyledikten sonra; trafikte hata yapmaması için, endişelenmemesini söyledim.
Yatağa uzandığımda ertesi sabah mahallede bir cenaze telaşının yaşanacağından emin gibiydim fakat beynim gibi bedenim de çok yorgundu. Sabah namazından sonra Firdevs ablanın salâsı okundu. Bir komşumuz daha hukukumuza nokta koyup ebedi yurda hicret etmişti. Nakil sırasında iki defa kalbi durunca, müdahale ile geri döndürülmüş ama kâfi gelmemiş.
O gün Firdevs ablayı Musalla’da Musa amcanın yanına defnederken çocuk yaşlarımızda gördüğümüz bekçi kıyafetli adamın silueti aramızda dolanıyor gibiydi! “Ölüm hak miras helal” sözünde olduğu gibi, zaman içinde o briket ev satılınca ailenin küçüğü Ercan’da muhite veda etti.