Elektrik, su, kanalizasyon gibi temel ihtiyaçlar karşılandıkça mahallenin ihtiyaç önceliği de değişir oldu. Bir yandan cadde ve sokakların asfaltlanması beklenirken diğer yandan da herkes telefon edinebilmenin derdine düştü.
Telefon dediysem öyle android, İOS işletim sistemli akıllı telefonlar değil; aranacak numaralara, sıfırdan dokuza kadar dairesel dizilmiş numaraların üzerindeki halkanın çevrilmesiyle ulaşılabilen ve günümüzde kimsenin yüzüne bakmadığı, o yıllarda üzeri dantel örgülerle süslenen konuşma aygıtlarıydı. Şehir içi aramaları direkt yapabilsek de şehirlerarası arama için kayıt verip sıra beklemek durumundaydık. Bunun en büyük sıkıntısını da Konyaspor maçlarını haber yapmak için gittiğimiz deplâsmanlarda çekerdik. Haberleşme trafiğinin yoğunluğuna göre epeyce sıra beklediğimiz olurdu. Karabük’ün henüz ilçe olduğu dönemde sırf postanedeki bu bekleme yüzünden yarım dakika farkla, Ankara’ya giden son otobüsü kaçırmıştım da tren yolculuğuna mecbur kalmıştım.
Ekrem ağabeyimin Muğla’da öğrenci olduğu yıllarda annemin en büyük arzusu evimizde telefonun olmasıydı ama öyle kolayca alınamıyordu.
Yeşile çalan özel takım elbiseli, başlarında bekçi şapkasını andıran kepleriyle postacılar bizim çocukluk, hatta gençlik yıllarımızın iletişim memurlarıydı. Öyle motorlu vasıtalarla değil, bazen bisikletle bazen de yürüyerek sokakları dolaşıp mektup dağıtırlardı. Yürümek, bir postacının en büyük mahareti olmalıydı ki o yıllarda postacılar arası yürüme yarışları bile yapılırdı.
Gazetecilikte kıdem kazanmaya başladığım dönemde bir gün PTT’ye gidip abone servisine telefon aboneliği için müracaat ettim. Memur hanım işlemlerimi yaparken, umutsuzluk aşılar gibi, “İki yıldan önce bağlanmaz” demişti. “Olsun, Bugün müracaat edersem iki yıl beklerim ama etmezsem daha uzun süre beklerim” dedim.
Bu sırada sağımda ve solumda iki kişi belirdi. Gelenlerden biri PTTSporlu İsmail’di ve “Abi, bizim dairede işin oluyor ve bize uğramadan kaçak köçek iş yaptırıyorsun. Bunun cezası ağır olur” diyerek, sitemle tehdit karışımı latife anlamında sözler etti. “Size, torpil ister gibi olmasın diye işim bitince gelecektim. Sen çayları söyle” diyerek durumu kurtarmak istediğim sırada sözleşmeyi imzalıyordum. Diğer yanımda amatör kümenin efsane golcüsü Hayri vardı. Koluma girip, “Gerisini İsmail halletsin” diyerek yürüdü. Evrakları toplayıp bizden evvel hızlı adımlarla Mehmet Büyükaakkaşlar Müdürün odasına varan İsmail, “Başkanım, Mustafa Güden abiyi abone servisinde yakaladım. Bize uğramadan iş yaptırıyordu!” diye şikâyet etti. Cezamız derhal kesildi, Mehmet Başkan, “Olmaz öyle şey, kahveleri söyleyin hemen” diyerek kapıya çıktı.
Mehmet ağabey, İsmail’in elindeki evrakları görünce, “Biz senin evine şimdiye kadar neden telefon bağlamadık?” diye sordu. “İki yıl beklermişim zaten, memur öyle söyledi” diye karşılık verdim. İlgili şefi çağırıp evrakları verirken, “Kovanağzı’ndaki durumu inceleyin, geciktirmeyelim. Bu hattın (basın öncelikli) olması gerekiyor” diye bilgilendirdi. Biz kahvelerimizi yudumlarken şef geldi ve santralde hiç boş hat olmadığını ve yeni bir abone tahsisini yapamayacaklarını; fakat bir nakil müracaatının bulunduğunu ve bu aboneyi başka santrale taşımaları durumunda benim işlemi yapabileceklerini söyledi. Yaklaşık iki ay sonra, akşam eve döndüğümde annemin yüzünde mutluluk vardı. “Bugün sokağa telefon direkleri dikildi, teller çekildi. Yarın eve de bağlayacaklarmış” derken yerinde duramıyordu.
Ertesi akşam telefonumuzun kablosu evimize bağlanmış durumdaydı ve siftah etmek gerekiyordu. Şeker Murat’taki çocukluk yıllarımızda yaramazlıklarımızı bastırmak için belindeki metal tokalı kemerinden şıkırtılar çıkararak karakolu arıyormuş gibi davranıp, bizi polise şikâyet eden, “Gözlüklü” namıyla maruf Mustafa Elmalı dayımız aklıma düştü. Evinin numarasını çevirdim. Tok sesiyle, “Buyurun” diyerek telefonu açtı. Şimdi sıra bendeydi ve babam da yanımda izliyordu:
“Ben Şehit Topel Karakolundan arıyorum. Çocuklardan şikâyetçi olmuşsunuz. Konuyu anlatır mısınız?” dedim.
Uzun yıllar İhsaniye Camiinde imamlık yapan dayım afallamıştı, “Komiserim, ben heç kimseyi şikat mikat itmedim. Milletin çocuğunu niyneyeyim. Ne zaman aramışım karakolu?” diye karşılık verdi.
Aramızdaki diyaloğu babam gülerek izliyor, ben de kendimi zor tutuyordum:
“Kemer tokasından telefon edip, yaramazlık yapıyorlar diye şikayet etmişsiniz” dediğimde Mustafa dayının kahkahası diğer odalara da taşmış olmalıydı:
“Hay Mustafa, kaç sene oldu, hala unutmadın mı? Hem sen nereden telefon ediyorsun?” diye sordu.
Kibrit kutularının arasına ip bağlayıp çevirmekle çıkan tıkırtıları dinleyerek telefonculuk oynadığımız yıllardan geçip o günlere gelmiştik. Artık bizim evimizde de gerçek bir telefonumuz vardı. Hem sadece bizim değil, iki yanımızdaki sokakta oturan komşularımızın da işini görecekti. “Filanca komşunuzla görüşecektim” diye arayanlara, mesafesine göre, beş yahut on dakika sonra aramasını söyleyerek koşar, “Komşu; telefonunuz var, bize gelin” diye çağırırdık.
Yıllar sonra, cep telefonları yaygınlaşıp herkesin cebine bir cihaz girince, babam, “Kullanmadığımız hat için boşuna sabit ücret ödüyoruz” dedi ve sadece hanemizde değil, civarımızda bayram sevinci yaşatan sabit telefonumuzu kapattırıp, tarihin sayfalarına havale ettik.
Bundan önce ankesörlü telefonlar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıydı. Bakkallar jeton satar, ihtiyacı olmasa bile herkesin cebinde mutlaka jeton bulunurdu. Konuşmanın kesintiye uğramaması için her üç dakikada bir yeni jetonu kumbaraya göndermek zorundaydık. Şehirlerarası arama yapmak için daha büyük jetonlar vardı.
Sivas’ın Meraküm Yaylasına vasıl olduğumuzda Erdal Baltaooğlu bize çevreyi gezdirdiği sırada telefon kulübesinin önünde durup, “Ankesörlü olduğuna bakma, akıllı telefondur. Ahizeyi kaldırıp direk numarayı çevirmekle konuşuluyor” demişti de çok gülmüştük. Meğer doğruymuş. Fakat bu usulsüz bir durumdu. Kumbarayı boşaltmaya gelen görevliler boş dönüyordu. Bir gün alet çantalarıyla gelip sihirli kutuyu sökerek götürdüler. Meğer zekâsını telefon üzerine yoğunlaştıran bir meçhul arkadaşımız titiz ve gayretli bir çalışma sonucu jetonu manyeto bölgesine yapıştırmayı başarmış. Böylece bizim jetonlu telefonun jetona ihtiyacı kalmamış.
Bir zaman sonra ankesörlü telefon için tanzim edilmiş bir ödeme yazısı almıştık. Jetonsuz konuşma kadar bu da usulsüzdü ve itiraz ettik. Neticede telefon dairesi o ankesörden hangi tarihlerde hangi numaraların hangi sürelerde arandığını da gösteren bir yazı gönderip muhataplarının tespit edilmesini istedi ve herkes borcunu ödedi.
Diyeceğim o ki, sokak telefonu bile olsa ankesörden yapılan aramalar kaydediliyor ve gerektiğinde muhataplarına verilebiliyordu.
Gün geldi; sigara paketi büyüklüğünde bir cihaz üretildi. Bu cihazı hat ile telefon arasına bağladığımızda arayan ve aranan numaraları gösteriyor, böylece evde, ofiste olmadığımız zamanlarda bizi arayanların kim olduğunu öğrenebiliyorduk. Cihazdan haberdar olmayanlar el kadar bu sihirli kutuya hayranlıkla bakar olmuştu. Ne var ki geleceği öngören teknoloji firmaları hızlı davranıp, arayan ve aranan numaraları gösteren bu sihirli çipi masa üstü telefonlarına uyarladılar.
Bir zaman sonra yine sigara paketi büyüklüğünde bir cihaz sunuldu piyasaya. Çağrı cihazı denilen bu aygıtı belinde taşıyanlar pek bir ayrıcalıklı insan muamelesi görüyordu. Bütün işlevi ise arayan numaradan mesaj almaktı. Yolda, dağda bayırda olanlar için büyük nimet sayılan bu cihazın da ömrü uzun olmadı. 1990’ları ortalarında üstünde birkaç santimetre anteni olan cep telefonları yaygınlaştı. Cep telefonu dediğime bakmayın; cebe koyulmaz beldeki kemere takılabilirdi. Sonra boyutu ufaldıkça ufaldı ve “Cep telefonu değil, gömlek cebi telefonu” sloganı reklam haline geldi.
Yaygın basında bir gün tam sayfa cep telefonu markasının reklamı yapılmıştı. Sayfanın başına koca harflerle “Teknoloji bitti” yazılmış altında da faks özelliği taşıyan koskocaman bir telefon resmi koyulmuştu. Gazetede herkes bu devasa icadı konuşurken bizim Şükrü Tanrıverdi, “Hakikaten teknoloji bitti ağabey, bundan sonra telefona daha başka ne özellik koyabilirler ki? dedi.
“Bence dedim; teknoloji değil ama bu marka bitti. Çünkü daha şu küçücük telefonun içine televizyonu, bilgisayarı, fotoğraf makinesini bile koyabilirler!”
“Yok daha neler!” dedi Şükrü. “Bunları telefona koyduktan sonra ofise ne hacet?”
Bugün bakıyoruz; dünya o küçücük telefonun içine sığdırıldı. Ve teknoloji bağımlığı kliniklerinin açılması konuşulur hale geldi.
Kırk-elli sene önce telefon edebilmek ve telefonla aranmak bir mutluluk vesilesiydi ama teknoloji rüzgârında o da savrulup gitti.