Bu haftaki yazıma bir soru sorarak başlayayım: Modern yaşam o kadar da gerekli midir? Tabii, bu durum tartışılır. Hatta soru çok saçma da gelebilir. N

Bu haftaki yazıma bir soru sorarak başlayayım: Modern yaşam o kadar da gerekli midir? Tabii, bu durum tartışılır. Hatta soru çok saçma da gelebilir. Ne yani, ilkel mi yaşayalım, diye çıkışanlar da olabilir. Mesele bu değil. Bizim modernleşmemiz, iki şeyden uzaklaştırdı insanımızı: 1. Yerden 2. Gökten. 1.Yer, derken toprağı kastediyorum elbette. Modern hayatın içinde elektrik yüklü bulutlar misali hep gergin ve asabi olmamızın altında tam da bu topraksızlık yatmıyor mu? Bakın, meseleye uhrevi yaklaşmaya da lüzum yok. Âdem’in çamurdan halk edildiği bahsini geçtim; yağmur yağınca toprağın kokusu niye o kadar başımızı döndürüyor, işte bu çok tuhaf. Demek ki dört unsurdan en ziyade toprağa yakınız. Huzur için ayaklarımız illa ki değecek toprağa. Acaba ayakkabılarımızı toprakla doldurup öyle mi giysek? 2. Ömründe bir kere başını kaldırıp gökyüzüne bakmayan biri mutlu olamaz, diye bir söz vardır. Acaba kaçımız, sırf öylesine başını kaldırıp da bakıyor bir göğe? Hakikaten bakmadınız mı daha? Bir deneyin derim, gerçekten çok çok iyi geliyor.
Neyse, asıl bahsimize dönelim, modern hayata yani. Modern bir hayat yaşayacağız diye bizi biz yapan şeyleri unutur olduk. Dede, nenelerimizi -nine değil!- bırakın, anne babalarımızın bile çocukluklarına o kadar uzağız ki. Kuşak çatışması, denen bu hal için kırsalı saymazsak mahal de mühim değil artık. Bizim zamanımızda, diye başlayan mesellerde yüzlerce sene evvelinden bahsediliyormuş kadar uzak bir his uyanıyor içimizde. Eskidendi, çok eskiden…
Bugünün dünyasında belli ki sahip olduğumuz ya da olmak istediğimiz şeyler, bizleri pek mutlu etmiyor. Modern hayatın derecesini belirleyen teknoloji hem vazgeçilmezimiz hem de mutsuzluğumuz olmuş artık. Belki insanın var oluşundan bu tarafa binlerce sene aynı hüzünle devam eden yalnızlık, ayrılık, ölüm ve aşk gibi duygular, teknolojinin her şeye egemen olduğu bilhassa şu son 30 otuz yılda resmen kılık değiştirdi. Hatırlıyorum, eskiden yalnızlık daha sessiz, karanlık ve kimsesiz idi. Bugün ise daha bir gürültülü -öyle ki bağıra bağıra yalnızız!- aydınlatılmış camekânlar misali ışıl ışıl ve kalabalıklarla dolu olsa da heyhat, Yalnızız gene de. Sonra ölüm, daha asude, kara katran renginde, yalnızdı ve zamana dahil idi. Oysa şimdi adeta ışık hızında yaşanıyor ölüm, o kapkara rengi açıla açıla griye döndü neredeyse ve bazıları hariç, kimseler yalnız ölmüyor artık; kalabalıklar içinde ama hayret, kimseler görmeden ölüyor insanlar, hayvanlar ve eşyalar. Bilen bilir, ölümün ardından geride dağılmak bilmeyen bir matem havası kalırdı; günler, haftalar hatta aylarca sürerdi. Şimdilerde ise şahit olduğumuz ölümleri bir reklam arasından sonra unutup gidiyoruz. Alah’ım, nereden geldi aklıma, bir Rus yazardan okumuştum fi tarihinde. Cümle şöyleydi: ‘’… adam öldü ve öldüğü gün unutuldu.’’ Ama belli ki şöyle demeliyiz artık: … filan öldü ve öldüğü saat itibariyle unutuldu. Ya Karacaoğlan’ın yaka silktiği ayrılıklar nasıldı? Hüzünlü, teslimiyetçi, kader kokulu ve başı eğikti. Şimdilerde nasıl mı? Kibirli, alabildiğine isyankar ve sabırsız. Bir de aşk vardı değil mi? İki kere kara -kara sevda- aşk nasıldı eskiden? Şüphesiz en fazla bu hissimiz değişti. Eskiden dipsiz bir kuyu kadar derin, yalnızlık, keder, intihar çeşnisi ve umutsuzluk ve aynı zamanda umut doluydu; sonra çöllerde, kuytularda, dillerde idi ve kalplerde tek hükümrandı. Şimdi nasıl peki? Tabi, o kör kuyu derinliğini yitiriverdi ilkin. Yani aşığın ömrü koca bir nehir olup aksa yine de dolduramazken o kuyuyu, bugün içine bir ev, araba, birkaç pahalı mobilya ve tektaş bir yüzük veya son model akıllı bir telefon attın mı ağzına değin doluveriyor. Sonra tenhalarda menhalarda aşk acısı çekenler, yalnızlıktan korktuğu, kendiyle baş başa kalamadığı, acıyı göze alamadığı için eski aşklar sanırım söylencelerde kaldı. Yalnızlık olmayınca keder de terk etti aşığı pek tabii. İntihar dumanları da sarmaz olunca efkarsız, kuru, tuhaf ve günübirlik aşkçıklar çıktı meydanlara.
Peki, ne yapacağız o zaman? Modern hayatın içinde kaybolup gitmeyeceğiz, her iki doğamıza da kulak vereceğiz elbette. Yoksa, ne hale girdiğinden dem vurmadığım ‘’mut’’ da yitip gidecek içimizden, dışımızdan.
Bu hafta özellikle psikolojik çözümlemeleriyle edebiyat dünyasında derinlere kök salmış Peyami Safa’dan Yalnızız romanı tavsiyemdir iddialı okurlara. Yalnızlığın kıymetini bilmeniz dileklerimle…