İslam’ın beş şartından biri olan “hac” ibadetinin yapılacağı günlere erişmek üzereyiz. Hem mal hem de beden ile yapılan ibadetlerden olan hac,

İslam’ın beş şartından biri olan “hac” ibadetinin yapılacağı günlere erişmek üzereyiz. Hem mal hem de beden ile yapılan ibadetlerden olan hac, her Müslümanın bilmesi lazım olan meşhur 32 farzın da içindedir. Ülkemizden de bu önemli ibadet için gerekli şartları taşıyan binlerce Müslüman, yıllardır hayalini kurdukları emellerine kavuşarak bu sene hacı olacaklar. Bu vesileyle şu gerçeği dile getirelim: Müslümanların her türlü ibadetini rahatça yapabildiği bir zamanda ve ülkede yaşadığımız için Cenabı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır. Atalarımız Selçuklular ve Osmanlıların İslamiyet’in bayraktarlığını yaptığı asırlardan sonra, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in suç aleti sayıldığı zamanları da yaşadığımızı unutmamalı ve şu anda içinde bulunduğumuz nimetin kadrini bilmeliyiz.
Hac ibadeti Hicret’in 9. yılında farz oldu. Şanlı Peygamberimiz o yıl Hazreti Ebû Bekr’i emir tayin ederek Ashabını hacca gönderdi. Ertesi yıl yüz tane kurbanlık deve hazırlayıp kendisi hacca gitti. Bu Peygamber efendimizin hem ilk hem de son haccıdır. Hacdan döndükten üç ay sonra vefat etti. O sebeple bu hacca “Veda Haccı” denir.
Bu sene Müslümanlar 1430’unca defa hacca gidiyorlar. Hac yapacakların hacılıkları şimdiden mübarek olsun. Kontenjan sebebiyle hacca gidemeyenlere de en kısa zamanda Allahü Teâlâ nasip etsin.
Bir ibadet olarak “hac”, belli bir yeri, belli bir zamanda, belli şeyleri yaparak ziyaret etmek demektir. Bu belli yer Kâbe-i Muazzama’dır. Kâbe yeryüzünde yapılan ilk mabettir. Cenabı Hakk’ın emriyle Âdem Aleyhisselam tarafından inşa edilmiştir. Yeryüzünün en kıymetli yeridir. Dünyadaki bütün Müslümanların günde beş vakit namaz kılarken yöneldiği kıblesidir. Kıble, Kâbe’nin binası değil arsasıdır. Yani yerden Arş’a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için denizin altında, yüksek dağların tepesinde ve uçakta da namaz bu yöne doğru kılınır. Hacı olmak için de aslında Kâbe’nin binasına değil, o arsaya gidilir.
Kâbe görünüşte dünyadaki evlerden biridir. Gerçekte ise ahirettendir. Kâbe dünya ve ahireti kendinde toplamıştır. Beytullahtır. Rabbimizin üstün ve faziletli kıldığı eşsiz bir yerdir. Gerçekten ben de bunu haccım sırasında yaşayarak gördüm. Sanki o mübarek bina, çevresini saran gökdelenlere, devasa otel ve alışveriş merkezlerine hâl dili ile “Siz yoksunuz, ben varım!” diyordu. Binlerce Müslüman heybetini ve haşmetini bizzat Cenabı Hakk’ın verdiği o binanın etrafında dönüyor, gözlerini ondan alamıyorlardı. O zaman bir daha anlıyorduk ki “Allahü Teâlâ istediğini zelil, istediğini aziz eder. Onun her şeye gücü yeter.”
Rivayetlere göre Âdem Aleyhisselam’ın inşa ettiği temelin üzerine Cenabı Hak bir ev indirdi. Bu ev Cennet yakutlarından bir yakut olup parıl parıl parlıyordu. Cennetten gelen bu ev Âdem Aleyhisselam’ın vefatından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Evlatları önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir bina yaptılar. Bu bina Nuh Aleyhisselam zamanındaki tufana kadar zaman zaman tamir edildi ise de tufanda yıkıldı. Ancak bulunduğu mevki insanlar tarafından bilinir ve saygı gösterilirdi. Nihayet İbrahim Aleyhisselam Kâbe’yi yeniden yapmak üzere Cenabı Hakk’ın emriyle Mekke’ye geldi. Oğlu İsmail Aleyhisselam ile Hacer validemizi yıllar önce oraya bırakmıştı. Hazreti İbrahim ile oğlu Zemzem kuyusunun başında karşılaştılar ve sevinçle birbirlerine sarılıp hasret giderdiler.
Bir rivayete göre Kâbe’nin yerini İbrahim Aleyhisselam’a Cebrail Aleyhisselam gösterdi ve binayı nasıl yapacağını tarif etti. İbrahim Aleyhisselam oğlu İsmail ile birlikte temel kazmaya koyuldular. Âdem Aleyhisselam zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine Kâbe’yi inşa etmeye başladılar. Nihayet Kâbe’nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrahim Aleyhisselâm bu taşa basarak duvarı örmeye devam etti. Mübarek ayağının izi çıkan bu taşa da Makam-ı İbrahim dendi. Tufanda kaybolan Hacerü’l-Esved taşı da Ebû Kubeys dağından getirilip Kâbe’deki yerine yerleştirildi.
Kâbe-i Muazzama, İbrahim Aleyhisselam’dan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bunlardan biri de Peygamber efendimize peygamberliği bildirilmeden önce olmuştur. Hatta Peygamber efendimiz Hacerü’l-Esved’i yerine kimin koyacağı konusunda Kureyş kabileleri arasında çıkan anlaşmazlığı güzel bir şekilde çözmüştür. Bir örtü istemiş, onu yere sererek Hacerü’l-Esved’i örtünün üzerine koymuş ve “Her kabileden bir kişi bir ucundan tutsun” buyurmuştur. Taşı, konulacağı yere kadar kaldırtmış, sonra kendisi taşı kucaklayıp yerine koymuştur. İşte 1430 senedir Müslümanlar bu mübarek mekânları ziyaretlerinde hem hac farizasını yerine getirmekte hem de Âdem, İbrahim, İsmail ve Muhammed Aleyhisselam’ın bu kutlu hatıralarının izlerini sürmekte ve sanki o günlere dönerek bunun zevkini yaşamaktadırlar. Ne diyelim, nimete kavuşanlara afiyetler olsun.
Bundan sonra Kâbe Abdullah bin Zübeyr ve halife Abdülmelik bin Mervan’ın Mekke valisi Haccac bin Yusuf zamanlarında iki defa yıkılıp tekrar yapıldı. Haccac bin Yusuf kuzey duvarını yıkıp Hatîm’i dışarıda bıraktı. Batı kapısını kapattı, doğu kapısını yükseltti. Böylece Kâbe-i Muazzama bu günkü hâline geldi. Bundan sonra Kâbe artık tekrar yıkılıp yapılmadı. Ancak zaman zaman Osmanlı sultanları tamirat ve tezyinat yapmışlardır. Mesela 1612 senesinde Sultan Birinci Ahmed Han, seksen bin Osmanlı altını harcayarak tamirat yaptırmış, bundan sonra oğlu Dördüncü Murad Han 1630’da pek çok altın sarf ederek tamir ve tezyinatta bulunmuştur. Bu noktada önemli bir ayrıntı da Osmanlıların Kâbe’ye hürmeten ondan daha yüksek bina yapmamış olmalarıdır. Bu edebi hep gözetmişlerdir.
Hacılarımızın kavuştuğu bir diğer nimet de Medine’de Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret etmekle şereflenmeleridir. Peygamber Efendimizin kabri ile minberi arasındaki bölüme Ravza-i Mutahhara denir ki hadislerde buranın Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu bildirilmiştir. Bu durumda burada namaz kılan bir hacı “Ben Cennete girdim ve çıktım.” derse yalan söylememiş olur. Ne saadet…
Yazımızı Osmanlı divan şairi Urfalı Nâbî Efendi’nin o meşhur na’tından iki beyitle bitirelim.
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı İlâhî'dir makâm-ı Mustafâ'dır bu
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu