Okul çağına geldiğimizde babam bizi epey bir mesafe uzaktaki Alparslan İlkokuluna götürüp kaydettirmişti. Okta Tolay hanımefendinin öğrencileri olduğumuz koskoca sınıfta neredeyse herkes birbirine yabancıydı. Hasan Sait Sızma, Mehmet Dikkaya, Hasan Hüseyin Amaç, Servet Küçükdemirel, Haşim Kaynak, Mustafa Kaynar, Vedat Karabiber ve soyadını hatırlamadığım Çayırbağlı Yılmaz bu sınıftan hatırladığım arkadaşlarımızdı. Aydoğdu’dan, Kurtuluş’tan, Kovanağzı’ndan, Toprak Sarnıç’tan ve belki daha ötelerden yürüyerek gelenler vardı. Harfleri öğrendik, heceledik ve nihayet okuduk. Heceleri hecelemeden tutturduğumuzu gören babam bir cumartesi günü çarşı alışverişine beni de götürdü. Foto Şar’a uğradığımızda olacaklardan da gelecekten de habersizdim.

Bir iki hafta sonra babam, okuduğu yaygın günlük gazeteyi orta sayfası dışarıya gelecek şekilde katlanmış olarak eve getirdi. Çocuk sayfasında benim Foto Şar’da çekilen ilk vesikalık fotoğrafım, yanında da müellifini yıllar sonra öğrendiğim muhteşem bir kıta şiir vardı. Gönderici olarak benim ismimle yayınlanan şiirinde Ali Ulvi Kurucu merhum bakın ne diyordu:

Ruha bir pencere açmazsa eğer ulviyyat,

Hani billahi ölümden de beter bu hayat.

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’an’a beşerin her zaman ihtiyacı var.

Şiire duyduğum ilgi, yanında fotoğrafım ve altında ismimin bulunduğu o ihtişamlı dizelerle başlamıştı ama daha o günlerde kaderimin gazeteci olarak ete kemiğe bürünmekte olduğunu bilemezdim.

Simitler kocaman bir tabla ile getirilir, nöbetçi öğretmen gözetiminde balkon kenarında, beşinci sınıf öğrencileri ya da müstahdemler tarafından, herhalde okul namına satılırdı. Parası yetmeyene yarım simit de verilirdi. Bahçe kapısına, camekânlı üç tekerlekli araba ile halka tatlı satıcıları da gelirdi ama genellikle dışarıdan alış verişe yasak koyulurdu. Bir de Konya Belediyesinin ekmek fabrikası Konestaş’ın üretip okullara yakın bakkallara dağıtığı ufak ekmekler vardı ki çok lezizdi.

Öğrencilerin okuldan sel misali caddelere aktığı bir gün Kovanağzı Caddesinin tozlu yolunda yürüdüğümüz sırada arkadan korkuya kapılmış bir grup kaçarak geliyor, bazıları “Çocuk kaçıranlar geldi, kaçın” diye çığlık atıyordu.

Ertesi gün bizim sınıfın ön sırasındaki bir kız öğrenci okula gelmemişti. Okta öğretmen “Özlem niye gelmedi, bilen var mı? diye sorduğunda “Dün okuldan giderken onu kaçırdılar” dedi birileri. Görenler annesine haber vermişler ama işin boyutu bir hafta sonra Özlem sınıfa dönünce anlaşıldı. Meğer annesi ile babası boşanmışlar da kızını özleyen baba Özlem’ini okul yolundan kaçırarak bir hafta evinde misafir etmiş. “Korkmadın mı?” diye sorunca öğretmen, “Hayır korkmadım. Babam beni gezdirdi. Dondurma aldı, elbise, ayakkabı aldı. Sonra da getirip anneme bıraktı” demişti.

Bir gün de okulun bahçe kapısının oralarda kalabalığın ortasında kaldığım sırada herkes korkuyla kaçıştı ama benim kaçmama fırsat olmadı. Arkamdan gelen gürültünün sebebini anlamak için döndüğümde önce atın bağlandığı oku görüp kendimi kenara attım sonra atın kafa darbesiyle yere düşüp ayaklarının arasına yuvarlandım. Atın ayaklarına çakılan nalları görebiliyor ve üzerime basmaması için sağa sola kıvrılıyordum. Süpürge misali üzerimde savrulan kuyruğu gördüğümde tehlikenin biri geçmiş diğeri başlamıştı. At arabasının tekeri şangırtı çıkararak boynuma doğru geliyordu. Can havliye cenin pozisyonuna kıvrılarak küçüldüm ve tekerin üzerimden geçmesinden kurtuldum. Evet, aslına rücu etmenin bir şekli de belki buydu ve koruyucu olmuştu! Ben yattığım yerde arabanın ardından bakakalırken; eli kamçılı, yüzü kadar yüreğinin de kara olduğuna inandığım kadın ve yanındakiler de geri dönüp herhalde ne durumda olduğuma baktılar. Sonra kamçı atın sırtında şakladı ve dörtnala uzaklaştılar. Bu da Şeker Murat Hazani Sokakta yaşadığım iki tehlikeden sonra hayata üçüncü tutunuşum olmalıydı.

Okul yolunun en sıkıntılı bölgesi Taşkıran Sokaktı. İyitaşçılar ailesinin beslediği kazlar sürü halinde gezip otlanır, gelen geçenler koro halinde kazların çıkardıkları seslerden ürperti duyardı. Kazlar belki de sevimlilik yapmak için insanların üzerine doğru gelirlerdi ama raks edercesine kıvrılan uzun boyunlarının ucundaki kınalı gagalarını görenler “ısıracaklar” zannedip kaçardı da mahallenin haytaları  “Köpek değil bunlar, kaz kaz” diye bağırırdı arkalarından.

Okulun binası yetmiyor olmalıydı ki biz üçüncü sınıf öğrencisi olduğumuzda bahçeye bir bina daha inşa edildi. Her sınıfını başka başka arkadaşlar ve başka öğretmenlerle okuduğumuz okulda üçüncü öğretmenimiz İkbal Demiröz olmuştu. Sınıf Başkanlığına, evleri bize yakın Taşkıran Sokak’ın başında olan Havva Pembe’yi seçtikten sonra önce yardımcı adaylarının el kaldırmasını istese de sessiz sedasız oturduğum için olsa gerek, beni yanına çağırdı. Kılık kıyafetimizi methettikten sonra Havva ile ikimizi başkan ilan edip sınıfın oturma düzenini yeniledi. Havva Pembe, Zahide ve ben öğretmen kürsüsünün hemen önünde oturacaktık. Bu iyi olmakla birlikte derslere yüzde yüz motive olma açısından zorlayıcı bir durumdu. Her daim göz önüneydik.

Öğretmenimiz annelerimizin kırmızı bez üzerine beyaz harflerle S.B. işlemeli kolluk yapmalarını da istemişti. Başkan olduğumu duyan babam basit bir el işlemesine razı olmayıp terzilik maharetini göstererek beyaz yazıları kırmızı kumaş üzerine ütü ile yapıştırmış, bana fabrikasyon türü bir kolluk yapmıştı. Bu, öğretmenimizin çok hoşuna gitmiş ve “Baban için zor ve masraflı değilse aynısından bir tane de Havva’ya yapsın da bizim sınıf takım olsun” demişti. Birkaç gün içinde okulun bütün öğretmenlerinin benden kolluk istediğini duyunca da “Hayır, babana söyle, parasını vermeyecek olan kimseye kolluk yapmasın” diye uyarmış, öğretmenlere de taleplerinin münasip olmadığını söylemişti.

Fakat İkbal öğretmenin de okulumuzdaki görevi uzun sürmedi. Yerine gelen Mehmet öğretmen önce “Sizi kim böyle oturttu?” diye azarlayıp yerlerimizi değiştirdi. Ardından “Bir hafta sonraya ezberlememiz için ödev verdiği şiiri ertesi gün benden okumamı istedi. Sınıfın en şiir seven öğrencisi olarak ilk gün ilk kıtayı ezberlemiştim ama Mehmet öğretmen, kurdun kuzuyu yemek için ürettiği bahane misali “Sen başkansın, örnek olacaksın” deyip kolluğu çıkarttırdı. Resmen azledilmiştim. Benim yerime başkan seçtiği Cennet büyük bir tedirginlik içinde  “Ama ben hiç ezberleyemedim öğretmenim” demişti de buna rağmen “Olsun, seni başkan yaptım” diye karşılık vermişti. Şiirin mi yoksa benim mi kaderimdi bilmem; ertesi hafta okutulmadı bile, unutulup gitti.

Dördüncü sınıfındayken, Ülkü Engin öğretmen, bizim sınıftan beni de 23 Nisan tören geçidi çalışmalarına yolladı. Askeri nizamda yürüyüş eğitimleri yaptık, protokolü nasıl selamlayacağımızı öğrendik.  Meğer bir de tören kıyafeti dikilmesi gerekiyormuş. Para topladılar ve yürüyerek Öğretmen Evleri semtinde bir terziye gittik, ölçülerimiz alındı. Tören haftasında kıyafetlerimizi teslim aldık ama bana dikilen yelek kısa olmuştu. Mecburen bu yelekle törene katılsam da Ülkü öğretmen yeleğin kabul edilemez olduğunu söyleyip terzinin bana kumaşı ödemesini sağladı. Temmuz sıcağını andıran 23 Nisan tören geçidini yaptığımız Konya Atatürk Stadyumunda spor muhabiri olarak meslek hayatımızın büyük bölümünü geçireceğimizi de o günlere tahayyül edemezdik.

Okulumuzun en soğuk yanı eski binanın kuytu yönünde diğer öğrencilerden ayrı girişi olan Özel Sınıf’tı. O sınıfın öğrencileri için hangi kriterler gerekliydi kimse bilmezdi ama sanki bulaşıcı hastalıkları varmış gibi kimse onlarla arkadaşlık kurmak istemezdi. Hatta bizim sınıfımızdan da bir arkadaşımızı öğretmenimiz o sınıfa göndermişti de çok üzülmüştük. O güne kadar hepimizin oyunlarına katılan ama derslerinde başarı oranı düşük olduğu için Özel Sınıf öğrencisi yapılan arkadaşımız bir daha hiç birimizin yanına bile yaklaşmamıştı.

Beşinci sınıfa geldiğimizde diplomadan önce vedaya yaklaşmıştık. Zira Hayırsever Ali Taşoluk’un bizim mahalleye inşa ettirdiği kendi adını taşıyan okul açılışa hazırlanmaktaydı. Bu yüzden bize “gidici” gözüyle bakılıyor ödevlerden bile muaf tutuluyorduk. Veda ederken; Alparslan Okulu’nu değil, farklı semtlerden gelen pek çok arkadaşımızı ardımızda bırakıyorduk.