Önceki yazıda ehli dünya, tanınmadan onun karşısında duran mürşidin hakkıyla tanınamayacağı iddiasını gündeme getirdik. O halde geniş bahsetmek lüzumludur. Ehli dünya aynı zamanda hemen her yönüyle ehli delalettir. Ondaki halin sebebi suretleri asıl gibi görmesidir. Dünyayı sadece dünya ile neticelendiren bir anlam ikliminden kaynaklı bu dalaletten, ufak bir izi dahi, kemalât ehlinde, kâmil mürşitlerde görmek mümkün değildir.  Dünya ile başlayıp dünya ile bitirmezler. Onların fiillerinde Allah ile başlamak Allah ile bitirmek hasleti oluşmuştur.

         Üstat Bediüzzaman’ın risalelerinde özellikle sözler kısmında bu dalalet ve kemâlât ehline dikkat çeker. Her ikisi için birer örnek ile temsil ettikleri halleri beyan ederek dikkatleri hakikat eksenine çekmeye çalışır. Bu iki yolcu, iki asker, iki arkadaş, iki adam, hikâyeciklerin kahramanları, şahsiyetlerinde dalalet ve kemalât makamları bütünleştiririlir.

        "Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen, öyle ise şu temsîlî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle: Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete, şu dünyaya işarettir, gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

         “Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şedittir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi.

     Fakat o sersem inat edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı." Bediüzzaman Said Nursi, 10. Söz - Haşir risalesi,  s. 2

      Görüldüğü üzere ehli dünya, ehli dalalet dünya metaına affettiği değer ve ona ulaşmak, onunla olmak adına pervasız bir tavrın sahibidir. Kemalaat ehli ise dünya metaının araçsallığı tarafından bakar, ihtiyaç durumlarında dahi dünyadan cüzi istifadesine dikkat eder. Bununla birlikte ifade edilmelidir ki dünyadan istifade de men edilmiş değildir. Yine Bediüzzaman’ın "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." İfadesi meşhurdur.

        Kalbin meyletmesine müsaade etmemek istidadı kemal vasıflardandır. Kişiye nefsin meyillerine hükmedebilme istidadı lütfedilmişse, dünyadan istifade ederken kemalâtına bir zarar vermiş olmaz. Tabi istifadenin de asgari ölçüleri bulunur. Hiç kimse için sınırlarının olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu durum herkes için geçerli değildir, az kişi için geçerlidir. Bu kişileri nadide kılan şeyi anlamaya çalışmak lazım! Ve buna ek olarak kesin olan birini öbüründen ayıran durum çalışmasıdır. Rızalık yoluna gayretidir. “ Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” Necm Suresi /39

        Kamil mürşitleri tanıtan bir liyakat de yaptıklarının Allah için olmasıdır. Hiddetleri, öfkeleri Allah içindir. Sevgileri, birliktelikleri Allah'ın rızası içindir. " Bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü Allah için olan mümin, malını ve canını cennet karşılığında Rabbi olan Allah'a satmıştır." Tevbe 9/111.

         Allah için sevmek de var, Allah için buğzetmek de var. Hadisi Şerifi bize istikameti gösterir. Ehli kemalin sevilmesindeki ölçü bundan ibarettir. Ehli dalaletin, fiiliyatının sevilmemesi de bu sebepledir. Bu yüzden Tasavvuf ehli herkesi sever demek doğru değildir.  Allah’ın kıymetli, sevimli kıldıklarına, saydıklarına hakaret eden, kötü muameleyi uygun gören kişiyi sevmek demek şeriata, tarikata ve hakikate cephe almak demektir. Yaratılanı yaratan için sevmek kavramı burada flulaşır, yaratılanın mutlak varlıktan gelişi değildir burada buğzedilen. Yaratılanın isyan boyutundaki tavrıdır. Tavır, şahsiyetle bütünleştiği ölçüde şahsiyet hedef olur. Yoksa aslolan düşmanlık, haram boyutundaki amelleredir.

       Kamil mürşitlerin, kemalaat ehlinin bir diğer melekesi diğerkâm olmalarıdır. Müminleri, müridleri, şakirtleri(ilim talebelerini), muhipleri severler... Kalpleri sevgide cömerttir, geniştir. Müslümanlar arasında tefrikaya onay vermezler. "Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti topluluk üzerindedir. Hadîs-i şerifte: “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470) Diğer bir hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz (SAV): “Şeytan, insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi. Sakın gruplara bölünmeyin. Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)"

  Bu birliktelik mesajlarını hakkıyla anlayanlardan olmak esastır.

Tevfik ve İnayetle