Geçtiğimiz cuma günü güzel İstanbul’umuzun 7. Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed Han ve ordusu tarafından fethinin 567. yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. 1934 yılı Ramazan ayı başından beri ibadete kapalı olan Ayasofya Camii’nin içinde Eminönü Yeni Cami imam hatibi Ferruh Muştuer tarafından Fetih Suresi okundu ve akabinde dua edildi. Kur’ân-ı Kerîm tilavetini ve duayı video konferans üzerinden dinleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vatandaşlara seslendi. Konuşmasına Besmele ile başlayan Erdoğan, Fetih Suresi'nin Türkçe mealinin bir bölümünü okudu.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u fethetmesiyle kılıç hakkı olarak kiliseden camiye çevrilen ve yine Fatih’in Kıyamet’e kadar cami kalmasını yazılı olarak vasiyet ettiği Ayasofya Camii, 481 yıl cami olarak hizmet vermesinin ardından 86 yıldır içinde namaz kılınmasının hasretini çekiyor. Hristiyan dünyasının göstereceği tepki dışında camiye çevrilmesi konusunda Cumhuriyet Hükûmetlerini neyin engellediğinin bir türlü anlaşılamadığı bu kutlu gün bakalım ne zaman idrak edilecek? Ömrümüz varsa yaşayıp göreceğiz.

Bu yazımda İstanbul’un fethini, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, Türk edebiyatı ve siyasî hayatında büyük tesirler meydana getirmiş gazeteci, yazar, şair ve idareci Namık Kemal’den (1840-1888) dinleyelim istedim. Yazarın ilk baskısının 1872 yılında yapıldığı Evrak-ı Perişan isimi kitabının Fatih’e ayırdığı bölümünde Fetih’le ilgili yazdıklarını, üslubuna fazla dokunmadan sadeleştirerek ve ara başlıklar ilave ederek aşağıda arz ediyorum.

DOKUZ ASIRLIK KIZILELMA: İSTANBUL

İşte Fatih unvanını yalnız kendine has kılan bu kahraman, [Karaman’a karşı giriştiği] daha birinci harp tecrübesindeki muvaffakiyeti, askerinin pazu gücüne hacet kalmaksızın yalnız elini çabuk tutmadaki süratiyle elde ettikten sonra, devletinin bekası için gereken fetihlere, bu maksadın en zor tarafı olan İstanbul’dan başladı.

Gerçi o zaman İstanbul nüfusça şimdiki hâlinden daha az kalabalık ve bağlı yerleşim yerleri ise Silivri gibi birkaç kasabayla sınırlı bir memleketti. Fakat nice asırlar cihana hükmeden Roma İmparatorluğu’nun son ikbali ve batı medeniyetinin ilim kapısı olduğu gibi, Doğu Kilisesi’nin de idare merkezi bulunduğundan onu zapt etmeyi istemek âdeta Hristiyanlık âlemine meydan okumak kabilindendi.

Bundan başka şehrin mevki olarak saldırılara karşı korunmuş olmasının yanında istihkamı, Fatih zamanındaki harp sanatının ulaştığı dereceye göre o kadar sağlam idi ki, âdeta fethedilemez bir yer olarak kabul edilirdi. Hatta bu istihkam vaktiyle şehrin fethine kalkışan birçok kahramanın mesaisini neticesiz bırakmıştı.

İMPARATOR ÇİZMEYİ AŞIYOR

Bir de Osmanlı şehzadelerinden Orhan İstanbul’da bulunuyordu (Namık Kemal Şehzade Orhan için Süleyman Çelebi’nin torunu demişse de kardeşi Kasım Çelebi’nin oğludur). Eğer imparator tarafından memleketin herhangi bir tarafına gönderilecek olursa, yine büyük bir fitne çıkması kaçınılmazdı. Özellikle Halil Paşa kendi ikbalini temin için Fatih’in düşüşü uğrunda müracaat etmedik bir vasıta bırakmayarak İmparator’u daima bu fitnenin hazırlanmasına teşvik edip duruyordu.

Sonunda İmparator, Şehzade Orhan’ın muayyen maaşının ödenmesinde vuku bulan gecikmeyi bahane ederek Edirne’ye küstah bir tavırla elçi gönderdi. Bu para verilmediği takdirde, Şehzade’nin Anadolu’ya salıverileceğini tehditkâr bir şekilde beyan etti. Bu münasebetsizlik üzerine Fatih, Rum politikasına bir nihayet vermeye kesin surette karar vermiş ve bundan sonra bütün gayretini harp hazırlıklarını tamamlamaya hasretmişti.

Hatta tarihî rivayetlerdendir ki bir gece sabaha karşı Halil Paşa’yı yanına çağırtır. Paşa bu vakitsiz davetten fevkalade telaş ederek bütün canından ümidini keser. Yanına biraz altın alır ve Padişah’ın huzuruna çıkar. Padişah Sadrazam’ın bu telaşını görünce,

- Lala, emin ol. Ne hazineni isterim ne de hayatına kastım vardır. Talebim yalnız İstanbul’un fethine yardımındır. Bu yastığı gördün mü? Uykusuzlukla döne döne bu hâle getirdim. Gece gündüz hayal ettiğim İstanbul’un fethi gerçekleşmedikçe rahat etmek ihtimalim yoktur, der. Paşa’nın söz vermesi üzerine,

- Rumların parasından sakın! tehditkâr emriyle sözünü bitirir.

BİZANS’IN KALBİNE HANÇER: RUMELİ HİSARI

Harp levazımı bir taraftan tedarik olunadursun, kendisi Anadolu askerinin geçişini temin için Boğaziçi’nin öbür tarafında münasip bir nokta tutmak niyetiyle sahile indi. Rumeli Hisarı’nın bulunduğu mevkii seçerek oraya bir kale yapmak istedi. Bunun için de her hareketini bir meşru cihete isnat ettirmek âdeti olduğundan, ahde riayet ederek ilk önce İstanbul İmparatoru’nun ruhsatını talep etti.

- Orası Cenevizlilerin tasarrufundadır. Onların görüşü sorulsun, yollu girizgâhı bulunan bir cevap geldi. Bunun üzerine padişah,

- Mademki öyledir. Benim Cenevizlilerle resmî bir münasebetim yoktur. Yapacağım işi onlardan sormaya da mecbur değilim, diyerek hemen işe başladı.

İmparator bu teşebbüsten ve Halil Paşa’nın gizli uyarılarından son derece ürkerek padişahı niyetinden vazgeçirmek ve cizye almaya razı etmek için huzuruna birkaç sefir gönderdi. Fakat Fatih,

- Mülkümün muhafazasına çalışmak ahdi bozmak mıdır? İmparatorunuz Macarlarla ittifak edip de babamı Rumeli’ye geçmekten menetmeye kalkıştığı zaman, merhumun ne büyük bir tehlikede bulunduğunu unuttunuz mu? Ben o zaman çok genç bir kişi olarak Edirne’de idim. Müslümanlar dehşetlerinden titrerlerdi. Siz de onların bu hâline bakıp eğlenirdiniz. Pederim o sırada buraya bir kale yapmak için yemin etmişti. Ben onun yeminini yerine getiriyorum. İmparatorunuza söyleyiniz ki şimdiki padişah, bundan öncekilere benzemez. İktidarımın eriştiği mertebeye, ecdadımın emelleri bile ulaşamamıştı. Sizin geri dönmenize izin veriyorum. Fakat bir daha bu türlü tebligat ile yanıma gelen olursa belasını bulur! şeklindeki korkutucu cevabıyla sefirleri geri gönderdi. Halil Paşa’nın aldatıcı fikirlerini de büyük bir nefretle reddederek yine işine devam etti.

Kalenin haritasını bizzat kendisi çizmiş ve bereketlenmek için kalenin her burcunu, Muhammed kelimesini meydana getiren harflerden birinin şeklinde tertip etmişti. Bu inşaat için toplanan 15 bin kadar amelenin yanı sıra, bizzat kendisi de çalışarak örnek olması üzerine vezirlere varıncaya kadar herkes amele tarzında çalışmaya başladığından kale pek az bir zaman içinde tamamlandı.

FATİH’İN ŞÂHÎ TOPLARI

Padişah bu teşebbüsün İstanbullular üzerindeki tesiri sebebiyle Rumlarla aralarında yakında bir hadise cereyan edeceğini muhakkak gördüğünden Edirne’ye dönerken şehri iyice incelemişti. Bir taraftan onun haritasını tanzim ederken diğer taraftan da gerekli kuşatma malzemelerini tamamlamakla meşgul olduğu sırada, dünyaya bunca kıymetli eseri yadigâr bırakmış olan keşif kabiliyeti Fatih’e yeni bir ufuk açmış, bir zamandan beri Avrupa’da revaç bulan ve fakat şimdiki mitralyözler gibi nadiren ve sınırlı sayıda kullanılan ateşli silaha gözü ilişmiş ve onun yapılması ve kullanılması için sarf ettiği çok büyük hizmetler sayesinde, o zafer şimşeğinin, diğer harp aletlerine nispetle haiz olduğu üstünlüğü kuvveden fiile çıkarmıştır.

Bu yolda olan buluşlarının başlangıcı, kendi tasarım ve hesabı üzerine mühendis Muslihiddin ve Sarıca Sekban ile Urban adındaki bir Macar’ın döktükleri toptur ki 300 kantar bakırdan imal olunmuştur. Bu top 12 kantar ağırlığında mermer gülleyi bir mil mesafeye atardı (Kantar veya kıntar, 44 okkaya eşit ağırlık miktarıdır. Yaklaşık 56 kg ağırlığa karşılık gelir. Üç yüz kantar yaklaşık 17 ton etmektedir. On iki kantarlık gülle 677 kg olmaktadır).

Padişah’ın harp hazırlıkları sona erdiği sıralarda, Rumlar bir tarla anlaşmazlığından dolayı hisar muhafızlarına saldırıp ahitlerini bozduklarından, 1453 senesi ilkbaharında, İmparator’un Yunanistan’da hüküm süren biraderlerini işgal ederek İstanbul’a yardım etmelerini engellemek için Turhan Bey, yeterli kuvvetle Mora’ya gönderildi. Fatih ise bizzat İstanbul üzerine hareket etti.

Osmanlı askerleri, ekseri tarihçilerin naklettiklerine göre 200 binden ziyade idi. Orduda bulunan topların miktarı üçü büyük ve geri kalanı normal olmak üzere yüz otuza ulaşmaktaydı. Bunların en büyüğüne 50 çift öküz koşularak yolda da idaresine 400 adam tayin olunmuştu. İki yüz elli kişi de yolları, köprüleri, topun geçişine müsait olacak surette düzeltmeye memurdu. Bu zorluklar sebebiyle ordu-yı hümâyûn sur altına ancak iki ayda varabilmiştir.

Yolculuğu esnasında kumandanlardan Karaca Bey, İmparator’un elinde kalmış olan yerlere hücum ederek Ayastefenos’a (bugünkü Yeşilköy) kadar gelmiş, Silivri ve Bugados (Bigados veya Boğadis, Silivri ilçesine bağlı Selimpaşa beldesinin Osmanlılar zamanındaki ismidir) haricindeki düşman topraklarının cümlesini, Osmanlı kılıcına boyun eğdirerek teslim almıştı.

TARAFLARIN DURUMU

Kalıntılarından bir dereceye kadar anlaşılacağı gibi İstanbul’un deniz ve Haliç ile çevrilmiş olan cihetleri yalnız bir duvar ve kara tarafı ise çifte duvar ve yüzer ayak (3 m) derinliğinde çifte hendek ve çok sayıda kalelerle çevriliydi. Memleket üçgene yakın bir şey olarak düşünülürse üç köşesi olan Sarayburnu, Ayvansaray ve Yedikule taraflarında büyük istihkamlar vardı. Ordu-yı hümâyûnun sağ cenahı olan 100 bin piyade, Yedikule’nin karşısını ve sol kolda olan 50 bin kişi Balat Kapısı hizasını istinat noktası seçmiş ve Zağanos Paşa bir miktar askerle Galata üzerlerine ordugâh kurmuştu. Fatih ise 15 bin yeniçeri ile büyük ordunun merkezinde bulunuyordu. Deniz tarafında on sekiz gemi ile dört yüz kadar kadırga surların kuşatılması ve mühimmat nakliyle görevlendirilmişti.

Kalenin yerli ve yabancı eli silah tutan muhafızları 30 bin kişiden fazlaydı. Nihayet muhasara başladı. Bir taraftan İslam ordusundan açılan ateşin şiddeti ve bir taraftan da Fatih’in özel tertibiyle meydana getirdiği metris ve sıçan yollarının yapılış tarzı, İslam askerlerini daima bir muhafaza seddi altında tuttuğundan, Rumlar bu saldırıyı defetmekten bütün bütün ümitsiz olarak talihlerini deneme kabilinden, kaleden dışarıya şiddetli bir hücum gerçekleştirdiler. Fakat asâkir-i Muhammediye ölümden korkar veya hücumdan kaçar takımından olmadığından, bir iki hamle eder etmez hasımlarının kahraman ellerinin darbelerine tahammül edemeyeceklerine kanaat getirerek ricata mecbur oldular.

Her ne kadar şehrin suyla çevrili cihetleri yalın kat birer duvar ile çevrilmiş ise de Haliç’in güzergâhı, o zamanlar kırılması imkânsız olan bir zincir ile kapatılmış olduğu gibi Langa Bostanı ve Kadırga, birer liman olarak etrafı hendek ve kalelerle de tahkim edilmişti.

ŞÂHÎ TOPLARA SOĞUTMA SİSTEMİ

Dolayısıyla harp harekâtının kara cihetinden idaresinde daha fazla kolaylık görülerek üç büyük top, ilk önce Eğrikapı karşısına yerleştirilmiş, fakat orasının İmparator tarafından yeniden tahkim edilmesi sebebiyle, yapılan atışların istenildiği gibi tesiri görülememiş ve toplar merkez hücum yeri olan Topkapı karşısına nakledilmişti.

Yeni olan her şey, ne kadar mahir ellerden çıkmış olursa olsun yine de mükemmel olması beklenemez. Bu kabilden olarak ateşli silahlar da gerçi Fatih gibi kudretli bir kâşifin mahir ellerine düşmüş ve hayli de ilerlemişti. Ancak, yine de bir takım büyük eksikliklerden kurtulamadı. Mesela en büyük topun bir defa doldurulup atılması iki saati bulduğundan günde ancak sekiz defa kullanılabiliyordu. Bununla beraber çok fazla ısınmasının önüne geçmeye imkân bulunamadığından bir gün doldurulurken parçalandı.

Bu hadise Fatih’in buluş kuvvetine bir fırsat daha vermiş oldu. Fatih’in emri üzerine diğer iki büyük top her atıldıkça zeytinyağıyla yıkanmaya başlanmış, bu suretle belirlenmiş oldukları amaç için tehlike olmaksızın kullanılmaları kabil olmuştur.

Namık Kemal’in kaleminden İstanbul’un fethini aktarmaya bir sonraki yazımda devam edeceğim.

NAMIK KEMAL’İN KALEMİNDEN İSTANBUL’UN FETHİ (2)

Bir önceki yazımda, güzel İstanbul’umuzun fethinin 567. yıl dönümünü münasebetiyle gazeteci, yazar, şair ve idareci Namık Kemal’in (1840-1888) ilk baskısının 1872 yılında yapıldığı Evrak-ı Perişan isimi kitabının Fatih bölümünden fetihle ilgili pasajları sadeleştirerek aktarmaya başlamıştım. Ara başlıklar ilave ederek devam ediyorum.

GÖRÜLMEMİŞ HARP SİLAHLARI

Hazret-i Padişah kavrama kabiliyeti ve tedbirli davranışıyla İstanbul’un fethi gibi bir büyük işi, daha tecrübesi görülmemiş bir vasıtanın tesirine hasredemediğinden, muhasaraya birçok mancınıklar da getirmiş, kale üzerine sevk olunmak üzere içine oklu ve tüfekli askerlerin yanı sıra düştüğü yerde ateş alıp civarını yakan bir çeşit kimyevî madde ile dolu şişeler yerleştirilmiş tekerlekle yürüyen dört kule yaptırmıştı.

Bunlardan başka Yunancada “Kişver-güşâ” manasına gelen bir isim ile anılan bir alet daha imal ettirmişti ki bu da müteaddit tekerlekler üzerinde hareket ediyordu (Namık Kemal bahsettiği Yunanca kelimeyi yazmamış. “Kişver-güşâ” Farsça ülke açan yani fatih, cihangir demek. Okurlarımdan bu Yunanca kelimeyi bilen varsa öğrenmek isterim). Etrafı içeriden ve dışarıdan daima ıslak tutulan üç kat meşin ile kaplanmıştı. Üzerinde de yine içindeki askerleri muhafaza için kule ve sur sütresi şeklinde şeyler mevcuttu. Alt tarafında ise şehre karşı açılan dört kapısı vardı ve içleri ise hendek doldurmak için kullanılan odun ve sair eşya ile dolu idi. Bir de taşıdığı askerin kale muhafızlarıyla karşı karşıya harp edebilmelerine hizmet için bir takım atma köprüleri vardı.

Bir gece bu seyyar kale Topkapı’ya sevk edilerek oradaki burcu harap etti. Fakat İmparator’un gösterdiği fevkalade gayret sayesinde Rumlar harap olan yerleri sabaha bırakmaksızın onardıktan başka, neft şişeleriyle Kişver-güşâ’yı da yaktılar.

Gördüğü gayreti velev ki kendi zararına olsun takdir etmeyi şanından sayan, âlemin maharet sever şahıslarından olan Fatih, düşmanın o gece gösterdiği başarıya hayret ve gıpta etmiştir.

DONANMANIN BAŞARISIZLIĞI FATİH’İ KIZDIRIYOR

Muhasara bu hâl üzere iken İstanbul’un yardımına memur olduğu hâlde, bir aydan beri hava muhalefeti sebebiyle Marmara denizine geçemeyen on beş kadar geminin gelmekte olduğu görülünce donanma-yı hümâyûndan 150 kadar büyük ve küçük gemi bunların yolunu kesmek istediler. Hazret-i Padişah da bu durumu temaşa için deniz sahiline inmişti.

Düşman gemileri büyük ve topları mükemmel, tayfaları ise sanatlarında maharetli olmalarının yanı sıra, Osmanlı Devleti o zamana kadar donanmaya hiç ehemmiyet vermemiş, hatta mevcut olan gemilerin hepsi, İstanbul’un fethine teşebbüs edildiği sırada Fatih’in emriyle yaptırılmıştı. Fakat kaptanlık makamındaki Baltaoğlu’nun beceriksizliği sebebiyle onların da inşaları kaidesiz ve su kesimleri az olduğu gibi içlerinde lüzumu kadar top ve denize alışık tayfa yoktu.

Hâl böyleyken muharebe başlar başlamaz denizin yüzünü düşmanın her türlü mermileri kaplamış ve özellikle neft şişelerinin döktüğü ateş su üzerinde yüzmeye başlamıştı. Bu güçlükler ve ateşle suyun bir arada görünmesi askeri dehşete düşürmüş ve sanki Osmanlı gemilerini hayretten donmuş gibi bütün bütün hareketten alıkoymuştu. Yalnız dalgaların sevkiyle iki gemi yerlerinden oynamış, onlar da birbirine çarparak ateş almışlardı.

Fatih kendindeki marifet ve askerlerindeki üstün ahlaka güvenip de elinde olan ufak bir devletle bütün Avrupa’ya meydan okumuşken donanmasının yirmi de biri olan birkaç gemi ile baş edemediğini görünce hiddetle galeyana gelerek baştanbaşa öfke ateşi kesildi ve hemen, bindiği küheylan ile çakan bir şimşek gibi denize atıldı. Bu manzaranın tesiriyle donanmaya fevkalade bir gayret geldiğinden düşman gemileri üzerine şiddetli bir hücum daha yapıldı. Fakat galibiyet, Osmanlı gemilerinin çokluğu ve fedakârane gayretiyle düşmanın mahareti arasında kararsız kalmışken Rumların işine yarayan ve gayet kuvvetli bir rüzgâr esmeye başlayınca düşmanın zikrolunan beş gemisi donanmanın arasından süratle sıyrılıp geçtiler. Bu sırada kuşatma altındakiler de Sarayburnu’yla Galata arasındaki zinciri gevşettiklerinden birbiri ardınca Haliç’e girdiler.

GEMİLER KARADAN YÜRÜTÜLÜYOR

Halil Paşa bu başarısızlık üzerine, yine meydan bularak şehre böyle birtakım yardımlar daha gelebileceğinden, o takdirde de durumun zorlaşacağından bahsederek, Padişah’ı anlaşma kabulü için razı etmeye kalkıştı. Ancak Fatih, Paşa’nın hâlini ve bu türlü desiselerin ne manaya geldiğini daha birinci defaki saltanatından uzaklaştığı zaman pek acı tecrübelerle öğrenmiş olduğundan, müşaveresini hamiyet ve bilgilerine güvendiği Zağanos Paşa, Molla Gürânî ve Akşemseddin gibi birkaç büyük zatla sınırlı tutarak bu teşebbüsünde sebat etti. Fakat yukarıda anlatılan “Kişver-güşâ”nın yanması ve donanmanın düşman gemilerini engel olamaması ve bunca himmetlerle imal ettirdiği büyük toplara bile mevcut istihkamların hâlâ mukavemet edebilmesi, kendisini de biraz endişeye düşürmüştü.

Böyle zor zamanlarda acizlerin işi usanıp bırakmak, üstün kişilerinki ise araştırmaya devam etmek olduğundan, Fatih bir müddet Haliç’teki zinciri kırmaya çare aradı. Bulamayınca yine en büyük yardımcısı olan ilim ve irfan kuvvetinin kerametine müracaat etti ve beşer gücünün dışında görünecek bir tedbiri tatbike kalkıştı. Haritalarını bizzat kendisinin çizdiği bir yol üzerinden, Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya kadar bir kızak inşa ettirdi. Seçtiği yetmiş kadar gemiyi, yelkenlerini açtırarak ve Galata tarafında ne kadar insan ve hayvan varsa hepsini bu nakil işinde çalıştırarak bir gecede bin türlü çaba ve gayretle, hepsini birden Haliç’e indirtti.

Kuşatma altındakiler, böyle dağları taşları denize çevirir gibi bir olağanüstü bir olayın temaşasıyla bittabi müptela oldukları hayretten kurtulunca denize ulaşan bu gemileri yakmaya kalkıştılar. Bu yolda birkaç defa çok fedakârane hücumlarda da bulundular. Ancak her türlü harp teşebbüsleri ve gizli desiseleri Padişah’ın idrak ve ihtiyatından saklamak imkânsıza yakın bir şey olduğundan maksatlarını gerçekleştiremediler.

FATİH HAVAN TOPU YAPTIRIYOR

Fatih ise Galata’dan karşıya şimdiki sallar tarzında birbirine bağlı variller üzerinden asker geçecek ve top kaldırabilecek bir de köprü inşa ettirmeye başladı. Rumlar köprünün bitiminden sonra yine yakma teşebbüsünde bulundular. Fakat Padişah’ın ihtiyatını tecrübe etmekten başka bir şey kazanamadılar.

Nihayet zincirin içinde ve onu muhafaza için kullanılan 25 gemi ile Osmanlı gemilerine ve köprüye zarar vermeyi düşündükleri haber alınınca Fatih, Haliç’teki filonun emniyeti için Rum gemilerini yakmaya karar verdi. Ancak şimdiki Beyoğlu’nun bulunduğu mevkide olan Zağanos Paşa ordusundan başka bir yerden bunları topa tutmak kabil değildi. Oradan atılacak gülleler ise mecburen, Galata’nın istihkamlarına ve binalarına dokunacaktı. Hâlbuki Galata, Padişah’ın güvenliği altında bulunan Cenevizlilerin elinde idi. Dolayısıyla deniz kuvvetlerimizi düşmanın tasallutundan mevcut olan bu toplarla korumaya imkân bulunamadı.

Her tehlikeli durumda bir üstat bulmak ve her ihtiyaçta bir buluş yapmak Fatih’in hasletlerindendi. Bu zorluğun aşılması için de yine tükenmez bir hazine olan ilim ve irfanına başvurdu. Tertip ettiği hesap üzerine kavisli gülle atan birtakım toplar yaptırmaya karar verdi. Bu topların biriyle bizzat nişan alarak ikinci güllede bir Rum gemisini batırdı. İşte Padişah’ın, Haliç’teki köprü ve gemileri muhafaza için gerçekleştirdiği bu buluş, şimdi topçuluk sanatının en mühim metotlarından olan humbara usulüne esas olmuştur.

NİHAYET SUR YIKILIYOR

Denizde bu faaliyetler yürütülürken karada da kalenin dört burcu tahrip edilmişti. Aynı zamanda Osmanlı askerlerinin büyük gayretiyle hendeğin hemen hemen yarısı dolduruldu. Fakat surun duvarlarında geçişe imkân verecek bir gedik açılamadı. Çünkü duvarlar fevkalade sağlamdı ve atılan güllelerin tesiri ise yıkmak değil delik açmaktan ibaretti. Nihayet Padişah, Topkapı ile Edirnekapı arasında seçtiği bir duvarı normal toplardan müteşekkil birkaç batarya ile bir hat üzerine yapılan atışlarla beş on gün döve döve gevşettikten sonra büyük toplara ateş emri verdi. Âdeta yanardağ patlamış gibi bir kıyamet dehşetiyle dağ parçası gibi güllelerin birer mücessem zelzele gibi birbirini ardına gelmesi duvarı yer ile yeksan etti.

Bunun üzerine Fatih, İmparator’a bir kere daha kalenin teslimini teklif ettikten ve yine ret cevabı aldıktan sonra hücum edilmesini emretti. Fakat o gün yine fetih müyesser olamadı. Padişah da açılan gediğin düşman tarafından tekrar kapatılmasına meydan vermemek için her tarafa meşaleler yaktırarak hatta mızrakların ucuna varıncaya kadar mum diktirerek muharebeden el çekmedi. Ordu-yı hümâyûn ışık çokluğundan öyle bir hâle gelmişti ki ertesi gün zuhur etmesi beklenen fethin hemen önceden şenliklerine başlanılmış zannedilirdi.

FETİH MÜYESSER OLUYOR

Sabah olunca Padişah bermutat askerini yanına alarak, önlerine ateş yanlarına altın saçarak yine hücumu başlattı. Bu kıyamet kargaşasını andıran hengâme birkaç saat devam ettikten sonra Osmanlı askerleri karadan Haliç’ten, kendi naaşlarıyla hendek dolduracak derecede gösterdiği gayret sayesinde kale fetholundu. Cenevizlilerin elinde bulunan Galata ile Rumlarda kalmış olan Silivri ve Bugados ise İstanbul’un zaptını müteakip aman dilediler.

Padişah hazretleri İstanbul’a bir zafer alayı ile girip İmparator’un ikametgâhı olan Eski Saray’a vardı. Bu binanın süslemeleri ve büyüklüğüyle beraber artık ıssız bir viraneye döndüğünü müşahede ettiğinde gözlerinden yaş dökülmeye ve şu beyti tekrara başladığı, hakimâne meşrebinin delillerinden olarak tarihlerde zikrolunan olaylardandır:

Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsyâb / Perdedarî mîküned der kasr-ı Kayser ankebût

(Sadî-yi Şirazî’nin Gülistan adlı eserinde yer alan bu beytin manası: Efrâsyâb’ın kubbesinde baykuş nöbet tutuyor / Kayser’in sarayında örümcek bekçilik yapıyor)

HRİSTİYANLARA HÜRRİYET GELİYOR

Fatih, İstanbul’da yalnız 20 gün kadar ikamet ederek bu müddet içinde bir taraftan Galata’nın karaya doğru olan duvarlarını yıktırmak, İstanbul istihkamlarını tamir ettirmek ve Karadeniz sahillerinden 5 bin kadar hane naklederek şehrin imarını artırmak gibi siyasî tedbirlerle uğraşırken bir taraftan da ulvî himmetini adalet ve merhamet cihetlerine yönelterek Hristiyanların mezhep hürriyetlerini ilan etmiş ve Rum patriklerinin yerlerinde kalmalarına müsaade etmiştir. Memleketin esir düşen ileri gelen şahsiyetlerini de bedellerini hazineden vererek azat ettirmiştir.

Dinî hislerini ve siyasî ihtiyaçlarla ilgili düşüncelerini ifrata vardıran bazı zevat, Padişah’ın bu muamelelerinden hoşnut olmadılar.

- Şevket-i Muhammediye’nin kuvvet ve kudreti bu derece yükselmişken Hristiyanları kılıç ile İslam’ı kabul etmeleri arasında bırakmaya ne mâni olabilir? Hele yıkılan devletin ileri gelenlerini hür bırakmak, mülk içinde bir fesat fırkasının bekasına cevaz vermek değil midir? yollu sitemde bulunmaya kalkıştılar. Fatih ise:

- Din-i Mübin’i, Hazret-i Allah’tan ziyade himaye iddiasında bulunmak ne büyük haddini bilmezliktir! cevabıyla birinci itirazı reddeyledi.

Ancak Rumların ileri gelenleri, Kostantin’in vezirlerinden Notaro’nun başkanlığında bir ittifak kurarak yine Osmanlılar üzerine, Avrupa’dan Haçlı orduları kaldırmak için yaptıkları teşebbüslerle haklarında Padişah’ın ihsan buyurduğu merhametin yerinde kullanılmadığını ispat ederek küfran-ı nimetlerinin cezasını cellat önünde çektiler.