Çocukluğunuzun Ayvalık’ını özler misiniz? O günlerdeki Ayvalık’tan biraz bahseder misiniz bize?

 

Çocukluğumun Ayvalık’ını özlüyorum tabii... Ama maalesef geriye dönmek mümkün değil… Benim çocukluğum mutlu bir çocukluk değildi. Önce onu söyleyeyim. O yüzden çok özlememi gerektiren bir şey yok. İnsanlar – en azından benim yaşadığım mahallede – neredeyse tümü yoksuldu. Ama kimse kendine acımıyordu. Kimse bir şeyler isteyip paralanmıyordu. Herkes o yoksulluk içinde eşitti. Yani bir çeşit ‘yoksullukta eşitlenme’ söz konusuydu. Çok yoksul olduğumuzu da düşünmezdik biz açıkçası.

Ayvalık’ta aslında bir sınıf farkı vardı benim çocukluğumda. Zenginleşenler Çamlık’ta otururlardı. Çamlık - Ayvalık farkı vardı. Ve Ayvalık o zaman bu kadar geniş bir alana yayılmış değildi. 150 Evler mahallesi, deprem sonrası yapılmış yüz elli evden dolayı bu adı almıştı. Yani sadece 150 tane ev yapılması projesiydi. Çamlık vardı, Çamlık’ta bitiyordu Ayvalık. Sarımsaklı sadece turfanda meyve sebze yetiştirilen bir alandı.

Özlüyorum ama zamanın şöyle bir özelliği var, kötülükleri eliyor zaman... O yüzden özlediğim günlere dönmek mümkün olsaydı büyük olasılıkla ‘Bunları mı özledim ben?’ diyecektim. Çünkü giden günlerin zamanın eleğinden geçmiş olduğunu biliyorum. Acıları sıkıntıları elenmiş sadece güzellikler, özlenecek şeyler kalmış geriye, belki o yüzden özleniyor.

 

Annenizi trajik bir şekilde kaybediyorsunuz, ruhu şad olsun, ama örnek alınacak bir hayat yaşıyor, başarılı oluyor, size verilen tüm görevlerin ve sorumlulukların üstesinden - sakıncalı bulunmaya rağmen - geliyorsunuz. Anneniz bir bakıma pes ettiğine göre bu güçlü hal, babadan mı geçti?

 

Yok, hayır babadan geçmedi. Babamın bana şöyle bir yararı oldu. Beni okutmak için benim arkamda durdu. “Okutmam ben seni!” deseydi, evlendirmeye kalksaydı yapacak bir şeyim yoktu büyük bir ihtimalle. Çünkü Ayvalık’ta benim yaşıtım olan kızlar on beş - on altı yaşında evlendirildiler hep. Babamın bana en büyük desteği bu oldu. “Sen okuduğun sürece ben seni okutacağım,” dedi. Daha sonra da ben ona çok yük olmadım, çünkü devlet bursu kazandım. Yüksek Öğretmen Okulu’nu kazandım. Babamın parasıyla okumadım, gene kendi bileğimin gücüyle okudum.

Şunu biliyordum, bir şey yapmam gerekiyorsa mutlaka güçlü olmalıyım. 2014’te Tüyap İzmir Kitap Fuarının Onun Yazarı seçildiğimde hazırlanan kitabın adını bu yüzden “Hep Gülümsedim” koydum. Hayata hep gülümseyerek baktım ben. Hiç de gülümsenecek bir hayat olmadığı halde… Ama gülümsemek beni güçlü tutan şeydi. Annemin ölümüyle tabii ki çok sarsıldım. Daha önce cesur ataklar yapan bir çocuktum. Mesela İzmir Kız Lisesinden okurken yazları geliyordum Ayvalık’a ve burada Ahmet Yorulmaz’ın yayımladığı gazeteye haftalık yazılar yazıyordum. Şiir eleştirileri yapıyordum. O günün şiiriyle ilgili örnekler veriyordum.

Annemin ölümü - hep öyle bir benzetme içinde düşünüyorum - filiz vermeye başlamış bir çiçeğin üstüne kaynar su dökülmesi gibi oldu. Beni bir anda yıktı ama sonrasında zor da olsa toparlandım. Çok küçük değildim aslında, üniversitedeydim, 20 yaşımdaydım. Ve ‘Daha sıkı sarılmam gerekir hayata,’ dedim. Güvenecek pek kimsem yoktu. Gücü kendimden almak zorundaydım.

 

İlişkiniz iyi miydi annenizle?

 

Annemle beraber yaşadığım zaman o kadar az ki… Yani annemle babamın bir arada olduğu zamanı ben hiç hatırlamıyorum. Daha sonra herhalde ilkokul döneminde, üç beş yılı annemle birlikte geçirdim. Sonra ben İzmir’e gittim, liseyi okumak için... Annem ikinci evliliğini yaptı. Sadece yazları görüşüyorduk annemle. Tabii ki insanın annesi babası arkasında bir güç; hiçbir şey yapmasalar bile… Ama bir aile ortamında büyümedim. Bizim çocukluğumuzda balık yağı içirirlerdi çocuklara. Mesela bana hiç kimse balık yağı içirmedi. Yani, böyle üstüne titrenerek büyütülen bir çocuk olmadım.

 

İnsan yaş aldıkça geçmişle, kendine göre yitip giden o güzel günlerle birlikte mi yaşamaya başlar? Bunu yapması, kimi zaman bugünü ıskalamasına neden olur mu?

 

Yok, ben geçmişe bağlı değilim. Hiç değilim. Şu anda geçmişe bağlı olsam gözyaşları içinde olmam lazım. Anne - baba vefat etmiş. Çocuklarım uzakta. Eşimi kaybedeli iki yıl oldu. Buradaki evde yaşıyordu, yazın geldiğimde nereye gitsek birlikte gidiyorduk. Şimdi onun fotoğrafına baktığım zaman yüreğim kabarıyor ama genelde geçmişi düşünmüyorum açıkçası.

 

Yazarlık insana bu gücü verebiliyor olabilir mi efendim?

 

Olabilir çünkü sürekli kafanız bir şeylerle meşgul… Yani oturup da ‘Ah, neydi benim gençliğim!’ diye hayıflanacak zamanınız yok. 2012-2013’ten beri çocuklara yönelik yazmaya çalışıyorum. Çünkü çok önemli, en az Türkçe kadar önemli… Ve sürekli aklımda onlar var. Şunu da yapmam lazım, onu öyle yapmamalıyım, şöyle yapmalıyım diye kafam sürekli onlarla meşgul... Yani oturup kendime acıyacak zamanım yok.

 

Eğer yazar, öğretmen ve öğretim görevlisi olmasaydınız hangi işle uğraşmak isterdiniz?

 

Bilmiyorum, ne yapardım ama muhakkak bir şey yapardım. OTURUP DA KOCANIN ELİNE BAKACAK BİR KADIN OLMAZDIM. En azından terzilik yapardım. (Gülüyor…)

 

Sizi sakıncalı duruma on iki eylülcüler mi düşürdü. Neden?

 

Evet, 12 Eylül döneminde Buca Eğitim Fakültesindeydim, Dokuz Eylül Üniversitesinde... Her sınıfta ispiyoncular vardı ve derste söylediğiniz her şey aleyhinizde kullanılmak üzere not ediliyordu. Benim de soruşturma geçirdiğim üç konu vardı.

  1. Mehmet Akif’i anlatırken – Yeni Türk Edebiyatı dersine giriyordum – onun antiemperyalist bir şair olduğunu söyledim. Daha sonra bu, soruşturmada karşıma aptalca bir soru olarak çıktı. “Mehmet Akif’i anlatırken emperyalist, antiemperyalist gibi lafları neden ettiniz?” diye. Yani ha emperyalist demişsin ha antiemperyalist demişsin onlar için fark etmiyor, edebiyat dersiyle bunun bağlantısını kuramadılar.

  2. Nâzım Hikmet’ten söz ettim. Ondan bahsetmek büyük bir suçtu o dönem, Nâzım Hikmet’in adını ağzınıza almak ciddi bir suçlanma nedeniydi.

  3. Yakup Kadri’den söz ederken Kadro dergisinden bahsettim. Kadro dergisi bildiğiniz gibi Atatürkçülüğü teori haline getirmek üzere yayımlanmış, Atatürkçülük üzerine kurulmuş bir dergi ama soruşturmacılara komünist kadroları hatırlattı. Komünist Kadro hareketiyle Yakup Kadri’yi bağdaştırmak gibi akıl almaz bir şey yaptılar. Çok abuk sabuk şeylerdi.


O kadar içime oturan bir olay oldu ki o haksızlığa uğramak... Çünkü şikâyet edeceğiniz hiç kimse yok, hakkınızı arayacağınız hiçbir kimse yok. İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı ile görüşmek istedim kabul etmedi. Nereye şikâyet edebilirsiniz? Sıkıyönetim bu yani! Hiçbir yer başvurunuzu kabul etmiyor. Ben de içime tortu gibi çöken şeyi anlatarak ondan kurtulmayı denedim. ‘Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar” adlı romanı o yüzden yazdım. Yazmasam başka hiçbir şey yazamayacaktım. Aklımda sürekli, uğradığım haksızlık vardı. Bütün ayrıntısıyla - yarı belgesel sayılır o roman – anlattım, rahatladım Yoksa hakikaten posa gibi içime çökecekti.

 

Bir röportajınızda “Her şeyi göze almak için yaşlanmak gerekiyor,” diyorsunuz. Peki, yaşlandıktan sonra bir şeyleri göze almanın kıymeti harbiyesi kalıyor mu?

 

Daima kalıyor. Bunu ilk kez bir uçak yolculuğunda hissetmiştim… İstanbul’a gittiğimde haftanın altı günü çalışıyordum. Hafta sonları bir dershanede, hafta içinde bir okulda… Bir gün evden çıkıp – bir pazar günüydü, henüz çöpçüler bile iş başı yapmamıştı, o kadar erken bir saatti – giderken ayağım burkuldu ve bir anda dedim ki ya ayağım kırılsaydı... Kirayı nasıl ödeyecektim, çocuğun okul taksitini ne yapacaktım, şu ne olacaktı, bu ne olacaktı. Ve ‘Yok, benim daha dikkatli olmam lazım, yaşamam lazım’ dedim.

Uçak yolculuğuna dönersek... Trabzon’a gidiyordum, sürgüne değil (Gülüyor). Daha sonra sık sık gidip geldim Trabzon’a… Gene bir söyleşi için gidiyordum. Kötü hava koşullarında uçak sarsıntılar geçirmeye başlayınca, dualar mualar yükselmeye başladı uçağın içinden… Ben kendi kendime dedim ki ‘Artık ölebilirim. Çünkü hiçbir yükümlülüğüm yok. Kimseye karşı... Bütün görevlerimi yerine getirdim. Çocuklarım meslek sahibi, evlerini barklarını kurdular, yani tabii ki üzülürler ama kimseye karşı bir sorumluluğum yok. Yaşlanınca göze alma konusunda rahatlıyorsunuz.

 

Sizi yazmaya ne yönlendirdi? Sait Faik, Sabahattin Ali gibi “Yazmasam deli olacaktım,” durumunuz oldu mu? Feyza Hepçilingirler neden yazıyor?

 

“Neden yazıyorum?” Bilmiyorum. Yazmanın çok normal bir şey olmadığını düşünüyorum. Rahatı yerinde olan, efendim dünyayla herhangi bir sorunu olmayan, kendi içinde ve dışında herhangi bir uyuşmazlık yaşamayan kişinin yazma ihtiyacı duyması pek söz konusu değil. Yazan kişi mutlaka bir hesaplaşma içinde… Dünya ile hesaplaşıyor, yaşamla hesaplaşıyor… Ama yazmamın galiba birinci nedeni “Ben de yaşadım,” deyip bir iz bırakmak… Ne kadar kalıcı olur bilmiyorum ama yaşadığımın kaydını tutmak, kaydını hayata geçirmek için yazıyorum.



Konularınızı nasıl seçiyorsunuz? Konu seçimi tesadüfî mi, mesela biraz içgüdüye dayalı mı oluyor? Kurguyu önceden mi belirlersiniz? Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir? Kahramanların sizi alıp götürdüğü, kendi kaderlerini kendilerinin çizdiği olur mu?

 

Romanda olur o son söylediğiniz… Öyküde dizginler daima yazarın elindedir. Öyküde dizginleri öykü kişisine kaptıramazsınız. Çünkü zaten onun üç sayfalık ömrü var. O yüzden dizginleri sıkı sıkı tutmalısınız, bir de o at sağa sola savrulmasın, daima istediğiniz doğrultuda gitsin diye…

Konular beni seçer aslında. Konuları ben seçmem. Bir konu gelir dayatır, beni yaz diye... Hani Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım,” dediği de aslında o. Bir yazarlık içgüdüsü değil. ‘Şöyle bir haksızlık gördüm, bunu yazmak zorundayım,’ gibi… Bende de genellikle böyle olur. Bir konu, daha doğrusu bir olay, bir söz, bir telefon konuşması size bir öykü yazdırabilir.

Çocuklar için yazarken daha akılcı davranıyorum ama. Onlara hissettirmeden yaşamın gerçekleriyle yüzleşmelerini sağlamaya çalışıyorum. Mesela ‘Sihirbaz Babam’ kitabında, orta sınıftan seçilmiş altı - yedi çocuk var, onların aile yaşamlarını, iç dünyalarını, duygu durumlarını daha iyi durumdaki okur çocuklara göstermeye çalıştım. Ne yazık ki okuyan çocuklar hep kolej çocukları… Ben nereden biliyorum bunu? Çünkü devlet okullarından pek davet almıyorum, sürekli kolejler davet ediyor.

Kısacası çocuklar için yazarken konunun gelip beni bulmasını beklemiyorum, konuyu ben seçiyorum. Sözgelimi çocukları Türkçe konusunda uyandırmak, daha ileri yaşlara gelmeden, çocukken daha, bir dil bilinci kazandırmak için, Türkçe Off’un çocuk uyarlaması Off Dilim’i yazdım. Yani bu, konunun gelip beni bulması beklenerek yapılmış bir iş değil. Çocuklar söz konusuysa akıl ön plandadır.

 

Yazar için hayat zor değil mi?

 

Ben yazmaktan mutluyum. Yazmayı soruyorsanız yazmak zor tabii. Çünkü hayata, edebiyat adına bir şeyler çıkarmak için bakıyorsunuz. Hayata böyle baktığınız için de yaşamın kendisini ıskalıyorsunuz. Herkes yaşamdan başka başka zevkler alırken siz oradan damıtmak üzere bir şeyler alıyorsunuz.

 

Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mıydınız?

 

Belli kimseler okusun diye yazmıyorum. Okuyan birileri nasıl olsa çıkar.

 

İlk kitabınızı çıkartmayı ne zaman ve nasıl düşündünüz? Zorluk yaşadınız mı? Kaç yaşındaydınız o zaman, hatırlıyor musunuz?

 

Tabii ki… Bir kitabın üstünde adımı ilk gördüğüm yıl, 1980. Bir ortak kitaptı. Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmış bir ortak kitap... ‘Altı Çocuk Oyunu’ adını taşıyordu. Benim kişisel olarak ilk kitabımın tarihi ise 1981, ‘Sabah Yolcuları’ adlı öykü kitabım. Rumuzla katıldığım bir yarışmaydı, Akademi Kitapevi Öykü Yarışması… Ödülü kazandıktan sonra Akademi Kitapevi’nin sahibi Hadi Bey ile birlikte yayınevi aradık, bulamadık. Daha doğrusu, Hadi Bey aradı, ben o zaman İzmir’de yaşıyordum. Bulamayınca kendisi bir yayınevi kurdu. ‘Ödül Alan Kitaplar Yayınevi’ diye. (Gülüyor.) Çünkü ödül almasına rağmen o kitapları yayınlatacak yayınevi bulamıyordu. Ödül alan birçok kitap vardı, birikmişti, birçok kurumdan ödül alan... Ödül Alan Kitaplar Yayınevi’den çıktı, Sabah Yolcuları’nın ilk baskısı… Sonra ‘Eski Bir Balerin’ Sait Faik Öykü Ödülünü kazanınca Cem Yayınevi bastı kitabı. Ancak ikinci üçüncü ödülden sonra kitapların önü açıldı. Yoksa adınız sanınız yokken hiçbir yayınevi ‘Basalım sizin kitabınızı’ demiyor.

 

Bir yazar olarak okuduğunuz ve beğendiniz yazarlar kimlerdir?

 

Ben birçok yazarı okumak zorundayım. Sadece sevdiklerimi değil… Birçok yazarı… Şu aralar Eduardo Galeano’yu okuyorum, ama itiraf edeyim Türk yazarlarını daha çok okuyorum. Batı Edebiyatıyla Türk Edebiyatıyla ilgilendiğim kadar yakından ilgili değilim. Belki bir eksiklik ama, ben içeriye dönük yaşıyorum, Türk Edebiyatına daha yakından bakıyorum. Önceliği kadın yazarlara veriyorum, kadın yazarların en azından tarafımdan desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kadın olarak yazmak daha zor çünkü... Beğendiğim birçok yazar var. Ama şimdi ad vermek deyince kimin adını versem, bir başkasının hakkı kalacak.

 

Şu an Türk Edebiyatında kadın yazarların ağırlığı var değil mi? Benim arkadaşlarım da var.

 

Evet, mesela şu an yeni çıkan (size de verdiğim) bir kitap var: Kalemden Kaleme. Kadından Kadına da olabilirdi adı. Yaşayan kadın yazarların ölmüş kadın yazarlara yazdıkları mektuplarından oluşuyor. Ben Nezihe Meriç’e yazdım. Nezihe Meriç Türkiye’de, özellikle öyküde, kadın yazarlara öncülük eden kişidir. Öncesinde elbette Halide Edip’ler, Suat Derviş’ler, Fatma Aliye Hanım’lar var ama modern Türk öyküsünde kadınların önünü açan Nezihe Meriç’tir.

Halide Edip demişken... Halide Edip ile yolum kesişmiş; hakkında bir tez çalışması yapmıştım. İki dergi ve bir gazetedeki yazılarını, makalelerini toplamıştım. 1918 - 1919 yıllarında Büyük Mecmua’da yazdıkları ve 1935 - 38 arası Yedigün’e Londra ve Paris’ten gönderdiği yazılar. Önümüzdeki günlerde yayımlanacak. O bir bayrak kadındır ama kadın yazarların öyküdeki öncüsü yine de Nezihe Meriç’tir. Bu arada... Kadınların en fazla öyküde varlık gösterdikleri de dikkatinizden kaçmamıştır. Neden sizce? Çünkü kadınlık görevlerinden vakit ayırarak ilgilenebilecekleri tek tür o.

 

Mesela Kerime Nadir?

 

Kerime Nadir’i pek edebiyat içi saymayız. Selim İleri hariç... Selim İleri Kerime Nadir’leri, Muazzez Tahsin’leri çok sever. Belki yapılan, bir haksızlık! Ben de çocukluğumda, gençliğimde çok okudum Kerime Nadir’i.

 

Geçenlerde bir tarih dergisinde bir dosya hazırlanmış Kerime Nadir hakkında. Ömrünü yazıya adamış ve aşağı yukarı tüm romanları gazetelerde tefrika edilmiş ve filme çekilmiş. Yazarlıktan paralar kazanmış, ev almış, araba almış, telif haklarından…

 

Günümüzde de var öyle yazarlar. Onların eserleri de filme çekiliyor. Ama tabii bu söylediğimiz şeyin ölçüsü yok. Ne edebiyattır, ne kadarı edebiyattır, edebiyat içi olmayı belirleyen ölçüt ne, edebiyat dışı olmayı belirleyen şey ne? Bilmiyorum. Haksızlığa uğramış sayılabilecek kişilere iki örnek vermek gerekirse Kerime Nadir edebiyatta, onca romana rağmen edebiyat dışı sayılır, Ümit Yaşar Oğuzcan da şiirde… Onun da çok şiiri bestelenmiş, şiirleri birçok şarkıya söz olmuştur ama kendisi edebiyatta ciddiye alınan bir isim olmamıştır.

 

Günümüzün çok satan yazarlarından birisi “Çok kolay yazıyorum, üç beş ay içinde bir roman yazıyorum” demişti. Sizce çok kolay yazılır mı efendim?

 

Ben kolay yazamıyorum. Ben herhangi bir dergiye göndereceğim bir yazıyla bile haftalarca uğraşıyorum. Çünkü o sizin elinizden çıktıktan sonra artık değiştirme şansınız yok.

 

İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ der. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek işi midir? Ya da sonradan emek verilerek geliştirilebilir mi?

 

Yazmakta bir yeteneği varsa insanın, başlangıçta doğal olarak iyi olur. Ama sonrası çok çaba ve sabır gerektirir. Eğer yeteneği varsa bütün o güçlüklere katlanacaktır o kişi. Yeteneksizse zoru gördüğünde zaten kısa yoldan dönecektir.

Sizin karşınıza da çıkacaktır, benim karşıma çok çıkar, “Lisede edebiyatım çok iyiydi, kompozisyonlarımı hocam çok beğenirdi. Yazsaydım mutlaka yazar olurdum” diyen çok kişiyle karşılaşırsınız. Belki olurdun, ama niye yazmadın? Çünkü zor. ÇÜNKÜ BEYAZ KÂĞITLAR ÜSTÜNDE HAYATLAR VAR EDİYORSUNUZ. Yazmak külfetli bir iştir. Yazarlığın yüzde otuzu yetenekse, yüzde yetmişi, belki daha fazlası sabır, çaba, emek, çalışmadır. Herkes yazabilir, elbette, yeter ki bu emeği, bu çabayı göstersin.

 

Türkiye’nin şu anki ünlü kadın yazarlarından birisi bir söyleşide konuktu. Onun son kitaplarından birisi eleştiriliyordu. Yazar buna cevap olarak “Benim emeklerim var, benim gecelerim var, benim aylarca bu kitaba adanmışlığım var,” diye cevap veriyordu. Bunun cevabı bu mu?

 

O olmaz. Yani masa örtüsü örüyor olsanız da adanmışlığınız olacak, emek vereceksiniz. Şu pencereyi yapan adam da emek verdi, bu masayı yapan adam da buna emek verdi. Ama emek verildi diye kimse bunları beğenmek zorunda değil.

 

Mesela bir de şunu görüyorum. Kitapları eleştirilen ünlü yazarlarda şöyle bir durum var. Yapılan eleştiri salt edebiyata yapılıyormuş gibi oraya çekiyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

O da eskiden beri çok bilinen bir savunma mekanizmasıdır, şark kurnazlığı gibidir. (Gülüyor.) Bir de “Yazar olarak benim özgürlüğüm var” falan derler. Hatalarını gösterirsiniz, “Ben yazar olarak dili istediğim biçimde eğip bükebilirim, yazar olarak benim dile hükmetme özgürlüğüm var” derler. Bence hayır, öyle bir özgürlüğün yok. Dili geliştirme özgürlüğün var, geliştirebiliyorsan evet ama, başka türlü bir özgürlüğün yok.

 

Yazmak isteyen ancak nereden başlayacağını bilmeyenler için tavsiyelerinizi sıralayabilir misiniz?

 

Bir an önce yazmaya başlamak… Yazmak isteyen için bunu söyleyebilirim. Yeterince donanımlı olmadığını düşünüyorsa eksiklerini gidermeli ama bu, ‘Yüzmeyi öğrenmek istiyorum ne yapayım?’ sorusuna benziyor. ‘Yazmayı öğrenmek istiyorum, ne yapayım?’ E, yaz o zaman. Yani cevap çok basit aslında… Yazmak yazarak öğrenilecek bir uğraştır. Yazmak isteyenlerin de bir an önce yazmaya başlamaları lazım. Gerisi gelir.

 

Yazma ritüelinizden bahseder misiniz? Yazmaya başlamadan önce küçük takıntılarınızı yerine getirir misiniz? Örneğin hangi ortamda, ne tür materyallerle, hangi müzikle, nasıl bir coğrafyada yazmayı tercih ediyorsunuz?

 

Şu anda yazmak açısından yaşamımın en mutlu dönemini yaşıyorum. Çünkü hayatımda yazmamı sınırlayan herhangi bir şey yok. Zamanımın tamamını yazmaya ve okumaya ayırabilecek bir lükse ulaştım. Yaşım yetmişe dayanmışken… Daha öncesi zordu. Yazmaya başladığımda (1978–79 yılları) 77 doğumlu kızım kucağıma tırmanmaya çalışırken 72 doğumlu oğlum eteğimden çekiştirirdi. O koşullar içinde yazıyordum. Şimdi de şöyle bir müzik olsun, ayağımı da suya koyarım, bilmem elmamı da yerim falan, öyle lükslerim yok . Ortam bulunca yazıyorum, ortamımı da kendim sağlıyorum. Sözlü müzik dinleyemem yazarken mesela, çünkü aklım mutlaka sözlere kayar. Sözsüz bir müzik olabilir. Onu da çok ihtiyaç olarak hissetmiyorum. Yazarken ortamın sessiz olmasını tercih ederim.

Daha önce veya daha sonra yaptığım bir şey yok, sıkıldığım zaman bırakıyorum. Muzaffer İzgü’nün bir lafı vardır, “Sabah sekizde kart basan işçi gibi otururum yazmaya” diyordu. Yok, ben kendimi o kadar sıkmıyorum. Sabah sekizde denize giriyorum, kahvaltımı yapıyorum, kahvemi içiyorum, gazetemi okuyorum, sonra yavaş yavaş tezgâhı kuruyorum. Yazının başına geçiyorum.

 

Gençlerin sosyal medyada çok vakit geçirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şeyin başı beğenilme, fark edilme, bireysel hayatının daha çok kişi tarafından bilinmesi mi sizce?

Sosyal medyada çok fazla vakit geçirmek zaman kaybı anlamına geliyorsa tehlikeli tabii… Yani o süre içinde yapılabilecek çok daha iyi, çok daha verim alınabilecek işler varken… Ne yazık ki ben de Facebook’a bakıyorum. Gerçi bir tek Facebook’a bakıyorum, Twitter’dan ve Instagram’dan kendimi uzak tutmayı başardım şu ana kadar ama Facebook bile merak uyandırıcı ve insanın zamanını alıyor gerçekten. Bir yerden sonra kendimi frenlemeyi başarıyorum, yoksa sabahtan akşama kadar oralarda oyalanabilir insan. Gençlerin ise kendini yetiştirmek gibi bir zorunluluğu var, HİÇBİR OKUL, HİÇBİR DİPLOMA İNSANA GEREKEN DONANIMI VERMEZ. Gereken donanımı, hele yazmak konusunda ciddi düşünüyorsa bir insan, gereken donanımı kendi kendine sağlamak zorundadır. Yani şu kitabı (Masanın üzerindeki Suç ve Ceza’yı işaret ediyor) hiçbir okul mecbur etmez. Suç ve Ceza’yı okumadan, Dostoyevski’yi, daha doğrusu, edebiyatımızın ve dünya edebiyatının temel direklerini tanımadan yazıyorsa yazar olmaz da yazıcı olur o kişi.

 

Günümüzdeki çocuk edebiyatı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

 

Çocuk edebiyatı demeyelim de çocuk kitapları diyelim isterseniz. Çocuk kitaplarında bir patlama var. Bütün yayınevleri çocuk kitapları yayımlıyor. Nereye baksanız, bilinen bilinmeyen, adını bile duymadığınız, bütün yayınevlerinin çocuk kitabı yayını var. Ne yazık ki bunların hepsini edebiyat kapsamına alamayız. Nasıl olsa çocuklar okuyacak, diye çırpıştırılmış pek çok kitap var piyasada.

Çocuklarına ya da öğrencilerine çocuk kitabı seçen kişilerin sorumluluğu ağır... Mutlaka o kitapları önce kendileri okumalılar. Yoksa çocuğun eline tutuşturdukları kitap, istediklerinin tam tersine bir sonuç verebilir. O yüzden çok dikkat etmekte yarar var. Çocuk kitabında nicelik olarak büyük bir artış var, ama niteliğin de aynı derecede yükseldiğini söylemek zor.

 

Editörlerin elinden geçmesine rağmen kitaplarda birçok yazım ve noktalama hatası olmasını neye bağlıyorsunuz?

 

Editörlerin iyi eğitim almamasına bağlıyorum. Ne yazık ki editör olarak görev yapan birçok kişi da’yı, de’yi ayırmayı bile beceremiyor. Bizim elimize gelen kitapta ayrı yazılması gereken da, de hâlâ bitişikse bu durum, editörün bunu bilmediğini gösterir. Bunu bile bilmeyen editör ne işe yarar, ne yapar… Bence sorgulanması gereken konu bu.

 

Türkiye’de editör sorunu var mı?

 

Var, çok ciddi bir editörlük sorunu var ama tabii ki ilk görev yazarın… Yazar, içinde kulaç atacağı dili iyi bilmek zorunda. Editör düzeltsin diye yalan yanlış yazmamalı... Editöre güvenip yazıyorsun ama ya editör düzeltmezse… Editörün ayıbı olmaz ki o, yazarın ayıbı olur. Yalan yanlış cümleler gördüğümüz zaman kitabın editörü kim diye bakmıyoruz, ne biçim yazmış diyerek yazarı suçluyoruz. Dolayısıyla editörden önce yazarın kendisini eğitmesi gerek.

                  

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz. Fantastik ve bilim kurgu kitaplarının gençler arasında bu kadar çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

 

Gayet doğal buluyorum. Yaşları onu gerektiriyor. Ağır, ağdalı romanlar okumak gençlere göre değil. Gençlerin canlı, hareketli şeyler okumaları deli kanlarından gelen bir özellik… Daha sonra herhalde edebiyat değeri daha yüksek kitaplara yönelim başlayacaktır. Ve edebiyat tadı alınan kitapları seçecektir gençler de okumak için… Öyle olmasını umuyor ve diliyorum. Sürgit polisiye, sürgit bilimkurgu okunmaz… O yaşamın bir dönemiyle ilgili olan bir şey. O dönem bittikten sonra herhalde zevkler rayına oturur.

 

Yani şunu mu diyorsunuz. Yeter ki bir genç okusun, bir yerlerden başlasın mı diyorsunuz?

 

Biz çocukluğumuzda ‘Tommiks, Teksas’ okurduk. Yasaklarlardı bize ama okumanın hoş vakit geçirmenin bir aracı olduğunu bize o kitaplar öğretti. Yani şimdi kitap okumak birçok kişiye ceza gibi geliyor. Hatta öyle gerçek olaylar da var. Cezasını kitap okuyarak tamamlaması istenen bir hükümlü “Yok ben cezaevine gireyim, kitap okumayayım,” deyip başvurmuştu birkaç yıl önce. Yani okumanın bir işkence olmadığını, hoşça vakit geçirmek için, bir film izler gibi, bir müzik parçası dinler gibi, güzel bir zaman dilimi için ayrılmış bir etkinlik olduğunu bilmesi lazım gençlerin de. Okumaktan zevk almayı öğrenmesi lazım.

 

Türkiye’deki eğitim sisteminde kitap okumama, matematik ve İngilizce öğrenmeme sorunu var değil mi?

 

Türkiye’deki eğitimde okuduğunu anlamama sorunu var. En büyük sorun bu. Yani biz çocuklarımızı hangi derste olursa olsun, bu tarih için de böyle matematik için de böyle, fizik için de böyle, okuduğunu anlar duruma getirmiyoruz. Bunun kaynağı nerden başlıyor, tam da bu konuyu yazıyorum şu anda. ‘Esinti’ diye bir dergi çıkıyor. ‘Kasabadan Esinti’... Turgutlu’da çıkıyor. Dil yazıları yazıyorum oraya. Son yazının başlığı: ‘Tişört Yazıları’. Önünde yazılar olan tişörtleri bilirsiniz. O yazıların hepsi İngilizce… Sorsanız göğsünde ne yazdığını kimse bilmiyor, anlamıyor çünkü. O tişörtü giyiyor ama göğsünde ne yazdığını umursamıyor. BU GİDEREK İNSANI ANLAMAMAYI DOĞAL KABUL ETME NOKTASINA GETİRİYOR. ANLAMAMAYI DOĞAL KABUL EDERSE BİR İNSAN, OKUDUĞUNU ANLAMAMAYI DA DOĞAL KABUL EDER. Kİ BİZİM TOPLUMSAL YAŞAMIMIZDA BUNUN MAYASI VE TOPRAĞI O KADAR HAZIR Kİ… ŞİİR OKUTUYORUZ ÇOCUKLARA ANLAMIYOR ÇOCUK. Veznini buluyor, edebi sanatlarını gösteriyor, oldu kabul ediyoruz edebiyat dersinde. Dua okutuyoruz ne dediğini bilmiyor. Neye el açtığını, neye âmin dediğini bilmiyor.

DOLAYISİYLE ANLAMAMAYI DOĞAL KABUL ETMEK BİZİM İÇİN ÖNEMLİ VE TEHLİKELİ BİR ŞEY… ANLAMAK... İNSAN İÇİN ÖNCELİKLİ OLAN ŞEY ANLAMAKTIR. ANLAMAMAK ANORMAL BİR DURUM… ANLAMAYI ÖNCELEDİĞİNİZ ZAMAN ÇOCUK OKUDUĞUNU ANLAMA ÇABASI GÖSTERECEKTİR. PROBLEM NE? NE İSTİYOR? NE DİYOR? ONU ANLAMIYOR Kİ ÇÖZSÜN. EĞİTİMDE YAPABİLECEĞİMİZ EN HAYIRLI İŞ BU. OKUDUĞUNU ANLAMAYI ÖĞRETMEK ÇOCUĞA… BU KADAR… ANLADIĞI ZAMAN MATEMATİK PROBLEMİNİ DE ÇÖZER, KONUYU DA SORUYU DA KAVRAR.

 

Bir gün fiziki kitapların ortadan kalkacağına, e-kitapların okunacağına inanıyor musunuz?

 

Öyle bir tehlike birkaç yıl önce çok seslendirildi. Artık kitap basılmayacak, dendi. Herkes e-kitap okuyacak. Hatta yayınevlerinin kapanacağı falan söylendi, ama gidiş bunu doğrulamadı. Doğrulamayacak da… Çünkü şu anda da arka arkaya açılan yayınevleri var. Herkes fiziki kitabı daha fazla okuyor. Kaldı ki elektronik ortamda okumak daha zor, daha külfetli... Ayrıca kitap ne kadar pratik, değil mi? Koltuğunuzun altına alıp istediğiniz yere gidersiniz. Ama e-kitap okumak için yanınızda kablolar, şarj cihazları, bir yığın şey taşımanız gerek. O YÜZDEN KİTABIN MODASI HİÇBİR ZAMAN GEÇMEYECEK.

 

Watpadd'e hiç girdiniz mi? Oradaki yazarlar, romanlar, okurlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Watpadd kapatılmalı mı veya teşvik mi edilmeli?

 

Watpadd’de yazan kızların imza kuyruğunda bekleyenleri görmüştüm İstanbul Kitap Fuarında. Çılgın bir kuyruktu… Yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden, kalın ve upuzun bir kuyruk… Çığlıklar atarak bekliyordu kızlar… Merak ediyorum aslında ama yakın olduğumu söyleyemem. Görgü tanıklığım bu kadar... İmza kuyruğundaki kızlara bakıp kimi beklediklerini merak etmiştim. “Watpadd yazarı falanca”yı beklediklerini öğrenmek hayal kırıklığı yarattı tabii. Yıllar önce Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, kitap fuarında, bomboş, müşteri bekler gibi, saatlerce, imza atmadan nasıl beklediğini gördüğümü hatırladım. Koskoca Fazıl Hüsnü, öyle beklerken Watpadd’de iki şey yazan kızın önünde upuzun kuyruklar oluşması acıklı bir durum.

 

Son olarak yeni nesil yazarlara verebileceğiniz öğütler nelerdir? Ne tavsiye edersiniz?

 

Edebiyatın bir zincir olduğunu unutmasınlar. Eğer o zincirin bir halkası olmak istiyorlarsa zincirin önceki halkalarını bilmek zorundalar. Çünkü hiç kimse kendi başına var olamaz. Edebiyat’ta da kendi başına var olması mümkün değil bir insanın… Edebiyatta kalıcı olmak isteyen hangi zincire halka olacağına önceden karar versin. Ve kendini o zincirin halkası olmaya layık duruma getirsin.

Bunun için ne yapmalı… Çok düşünmeli, çok çalışmalı, çok yazmalı… Her yazdığını beğenmemeli… Yazdığına kıyabilme cesareti olmalı… Bazılarını yırtıp atabilmeli… Ve bekletmeli… Sabırlı olmalı… İlk yazdığını ‘dünya harikası’ sanıp yayımlamaya kalkmamalı… Zamanla onun yerine oturmasını ve son halini almasını beklemeli… Sabır bunun için gerekiyor. Ancak ondan sonra yayımlamaya karar vermeli… Çünkü yayımlanan şeyin geri dönüşü yoktur. Günün birinde yüzüne çarpılabilir. “Sen bunu da yazmıştın, bu nedir böyle?” diye.

 

Feyza Hanım çok teşekkür ederim, çok sağ olun. Yolun başındaki yazarların, kadınların, öğretmenlerin ve aslında edebiyatın, sanatın içinde olan herkesin fazlasıyla istifade edeceği çok güzel bir söyleşi/röportaj oldu.

 

Rica ederim.

 

 
Editör: TE Bilisim