Kovanağzı’nın tozlu yollarında çember çeviren; bilye, gazoz kapağı, ebelemeci, saklambaç, körebe, yağ satarım bal satarım gibi oyunlar oynayan; kışları çamur, yazları yabani otlarla dolu tarlalarında uçurtma uçuran bizim nesil futbola da müptelaydı. Kış boyu kapalı kalan ve camları gibi içindeki sıra ve masaları da tozdan bembeyaz olan Taşçılar Caminin zemin katı okulların tatil edildiği yaz döneminde kadınlar tarafından güzelce temizlenir, mahalle mektebi açılışa hazırlanırdı. Kendini oyuna kaptırıp kurstan firar etmek isteyen kimi çocuklar arkadaşları tarafından nazla götürülürken kimileri de yaşlı analarını peşlerinden koşturur, kurtulamayınca da kursun yolunu tutardı.
Lütfi Hoca çarşıda esnaf olduğu için kurs hocalığına pek zaman ayıramamıştı. Obruk yaylalarında köy bütçesinden imamlık yapan Tulassalı Seyit Ali Şanlı’nın Biga Sokak’ta yaptırdığı evde bir süre kiracısı oturmuştu. Mahalleye taşındıktan sonra kursun hocalığını üstlendi. O dönem Kömürcüler Caminin karşısındaki Olgunlar Tavuk Çardağından yayılan koku hem cami cemaatini hem de Kur’an kursu talebelerini rahatsız ettiğinden uzak muhitlerin çocukları da bizim kursun müdavimiydi. Seyit Ali Hoca evini diğer bahçelerden ayıran iğdelerden yaptığı uzunca bir değneği yanında bulundurur, ön sırada çocuk okuturken gözleriyle radar gibi arka sıraları tarar, haylazlığa meyledenlerin kafasına hafifçe vurarak “Sahtekâr, ortalığı kaynatma” diye uyarırdı. Sonradan öğrendik ki merhum Hacıveyiszade Mustafa Efendi Hocanın hitap şekli de böyleymiş.
Talebeler cüzde Ferğab’a varanları heyecanla beklerdi. Zira Ferğab okunduğu anda kimi takkesini kapar, kimi sağdan soldan kulağını çekiştirirdi. Kur’an okuma vasfına erme anlamına gelen Ferğab’a erişenler günü şeker, gofret gibi ikramlarla tatlandırırdı.
Ali Hocadan bir müddet sonra Taşçılar Camiine imam olarak görevlendirilen İhsan Ünlükaçar mahallenin yerlisi sayılırdı. İmamlığın yanı sıra kurs hocalığını da icra ettiği gibi Karaaliler Caddesindeki bahçesini ekip dikmekte de mahirdi. İhsan Hoca çocuklarla iletişim kurmayı çok iyi bilen bir insandı. Gerektiği kadar şakalaşır, ihtiyaç anında ciddileşirdi. Talebeler arasında, yıldızı parlayan ve hiç sönmeyen arkadaşımız, sonraki yıllarda Ziraat Mühendisi olup Selçuklu Belediyesinde görev alan Ali Osman Yılmaz’dı. Sonraki yıllarda sanayici olup güneş enerjisi sektöründe markalaşan Mustafa Taşkın Kömürcüler Camiinin ilerisindeki evlerinden üşenmeden bizim kursa gelirdi. Taşkın hem yaramazlıklarıyla hem de çocuksu şakalarıyla kursa renk de katardı. Onun mikrofonik sesi İhsan Hocanın çok hoşuna gitse de “Ülen Mustafa; sen tam ezan okuyacak adamsın amma bu işin adamı değilsin” diye hayıflanırdı.
Taşkın değil ama ben Taşçılar Camiine çocuk yaşta müezzin oldum. Günlerce kendi kendime prova yaptıktan sonra bir vakit namazında cesaretimi toplayıp ön saftaki ihtiyarlardan evvel kalkıp kamet getirmeye başladığımda herkes merakla dönüp bakarken ben gözlerimi cemaatten kaçırarak devam ettim. Daha sonra Ali Osman ve Mehmet Ali Eryiğit’in müezzinlikleriyle cemaat renklilik kazandı.
O yıllarda Harmancık’tan Kovanağzı’na kadar neredeyse bütün arsaların satışını yapan hayırsever Ali Taşoluk amca Çakılharmanlar Caddesi üzerinde hem bir ilkokul hem de cami inşa ettirdi. Cami derneğine ait sıra dükkânlar sayesinde de o bölge mahallenin çarşısı oluverdi. Artık bilhassa gençlerin yeni mekânı burasıydı. Üstelik İmam Hatip talebesi olan Hasan Hüseyin Eroğlu, Haydar Sevencan, Ramazan Topraklık ve ağabeyim Ekrem Güden sayesinde teravihler selatin camileri aratmayacak ahenkte icra ediliyordu. Bazı zamanlar bu grubun okul arkadaşlarından da katılanlar olunca ortam daha da zenginleşirdi. Civar camilerde imam ya da müezzin ihtiyacı olduğunda çocuklar haberci gelir, buradan yardım isterlerdi. Bizim caminin müezzin vasfındaki gençleri yakın camilere dağılınca, düet yaparcasına okudukları ezanlar semaları şenlendirirdi.
Bir Ramazan akşamı Ali Taşoluk amca teravih namazından sonra Ekrem Güden ve yeğeni Hasan Hüseyin Eroğlu’nu Çakılharmanlar Caminin altındaki Kur’an Kursunda talebe okutmakla görevlendirmiş. Tez zamanda duyurular yapıldı, hazırlıklar tamamlandı. Sadece bizim muhitin değil, civarın çocukları da doluştu kursa. Bir kaç gün içinde talebelerle ilgili fikir sahibi olan Hasan Hüseyin Hoca beni yanına çağırıp “Seni başkan yapıyorum. Namazlık ve Cüz okumalarını önce sen yaptır, hatasız okuyanları hocalara yolla” dedi.
Bu benim için okuduğum yerleri defalarca tekrarlamak anlamına geliyordu ve pekiştirme adına da çok yararlı olacaktı. Üstelik başkanlık konusunda ilkokulda yarım dönem süren ve acı sonla biten bir tecrübem de vardı! Tabi ikincisinin hüsran getireceğini ilk zamanlarda bilemezdim. Kursun sevimli öğrencilerinin başında Denizköy Sokak’ta oturan İsmail gelirdi. Bir gün Ispanak’ı kastederek “Ismanak yemeğini çok severim” deyince, İsmail’in adını Ismanak yapıverdik. Şakalaşmayı çok sevdiğinde kendisine yapılan şakalara da katıla katıla gülerdi. Namazlık surelerde Kureyş’e yükseldiğinde ezberini yapıp gelmişti. Fakat sonunu getirirken bir gözünü kırpıp “…ve âmenehüm min hav hav” diye bitirdi. Muziplik olsun diye böyle yaptığını biliyorduk ama diline yerleşmesi tehlikeliydi. Günde birkaç defa okuttuğum halde zihnine yerleşen “hav hav” takısını dilinden söküp atamıyordu. Altı yedi gün ben ne kadar “havf” dediysem o “hav hav” diye okudu. Etrafındakilerin gülüşmesinden hoşlandığı belli oluyordu ama Elemtere, yani Fil Suresine geçememiş olmayı da hazmedemiyordu. Hasan Hüseyin Hocaya “Beni geçirmiyor” diye şaka yollu şikâyette bulundu. Göz göze gelince “Okutun” dedim. Ciddi bir üslupla ve kelimelere dikkat ederek okumaya başladı. Fakat sona geldiğinde yine “…min hav hav” deyince “Olmadı İsmail, sen havf’ı nasıl köpek ulumasına çevirirsin. Bunu düzeltmeden geçemezsin” diyerek ikaz etti. İsmail’e şakayı yasakladık ve defalarca tekrardan sonra ertesi gün Fil Suresine yükseldi.
Kursun en küçüğü Hasırcılar cenahından gelen Bulumyalı Muhammed idi. Yanımdan hiç ayrılmaz, fırsat buldukça omzuma çıkar, kurstan sonraki zamanları da benimle geçirmeye gayret ederdi. Amacı okumaktan ziyade oynamaktı ve aramızdaki onca yaş farkına rağmen benim için “akadaşım” yani arkadaşım ifadesini kullanırdı. Son derslerde “Sizin bahçeye gidip “gaasi toplayalım” diye gönlümü yapmaya çalışırdı. Ben şekerpare cinsi ağacın dalında kayısı toplarken o aşağıda çekirdeklerini çıkarıp kayısıları kurutma tahtasının üzerine serer sonra da çekirdekleri cebine doldurup evlerinin yolunu tutardı.
Kendi derslerim de çok iyi gidiyordu. Bir gün Kur’an okuduğum sırada Hasan Hüseyin Hoca dikkat kesilip “Mustafa, neden sayfaya bakmadan okuyorsun” diye sordu. “Ezberleyerek ilerliyorum” dedim. Geçtiğim sayfaları açtı, parmağıyla gösterdiği yere bakıp yine ezberden devam ettim. Hayretle “Ben ilk defa böyle bir hafızlık modeli görüyorum” dedi. Bir gün babam, kendisini ziyaret eden Hasan Hüseyin Hocaya derslerimin nasıl olduğunu sordu. “Çok iyi hocam, hem bize yardım ediyor hem de hafızlığı yarıladı” diye karşılık verdi. Babam şaşırmıştı. “Kur’an’ı yüzünden ne zaman okudu da hafızlığa başladı?” diye sordu. “Ezberi çok iyi, direkt başladı” dedi.
Hocalar aynı zamanda talebe olunca bir gün ikisinin de okula gitmesi icap etti ve kursu tatil etmek yerine bana emanet ettiler. Her şey yolunda gidiyordu ama iki kız talebe ortalığı karıştırdı. Önce birbirleriyle yüksek sesle şakalaşmaya sonra birbirlerine vurarak itişmeye başladılar. Zaman zaman attıkları çığlıklar sükûneti bozmak bir yana huzursuzluğu zirveye çıkarıyordu. Şikâyetler arttıkça sert tedbir almak kaçınılmaz oldu. Önce iki kızı sınıftan çıkarmaları için iri yapılı kızlardan yardım istesem de “Başkan sensin, kendin çıkar” dediler. En iyisi değneğin ürkütücü gücünden destek almaktı ama etraflarında dönen ayva dalından da kokuları yoktu. Birbirlerini çimdikliyor, kendi çığlıklarına keyiflenirken etraflarını hiç umursamıyor, güreş tutar gibi yuvarlanıyorlardı.
Çaresizce volta attığım sırada öğrencilerden biri “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diye söylendi. Dönüp herkesin duyacağı tonda “Ben bunları döverim ama bir şartım var” dedim. Herkes “Döv döv” derken şartımı söyledim: “Önce kimseyi ayırmaksızın göstermelik sıra dayağı yapacağız ama canınızı acıtmayacağım. Sıra onlara gelince de falakaya rahmet okutacağım. Onlar yarın beni şikâyet ederlerse de siz şahit olacaksınız. Kabul eder misiniz?” Bu arada mahalle kurslarımızda hiç falaka hadisesinin yaşanmadığını da ifade edeyim ki yanlış bir anlaşılma olmasın.
Teklifim genel kabul görünce en kıdemli öğrencilerden başlayarak gayet yumuşak vuruşlarla sıra dayağına başladım. Kızlardan birkaç tanesi sıra kendilerine gelince itiraz etti ama tek tek izah ve ikna ederek devam ettim. Sıra sadece kursun değil, mahallenin en sessiz öğrencisine gelmişti. Ellerini iki dizine koyup başını sağ omuzunun üzerine yıkarak bakışlarını yüzüme çevirdi. İlk defa konuşan bir göz görüyordum ve “Bana da mı?” der gibi bakıyordu. “Keşke bugün gelmeseydin” diye söylendim. “Bu aslında dayak değil ve şu ikisinden başka kimse dayağı hak etmedi; vurur gibi yapıyorum. Hatta vurduğumu da belki hissetmezsin” diyerek durumu anlattım. Galiba solaktı ve önce sol elini uzattı. Söz verdiğim gibi usulca vurup değneği çektim ama o elini indirmedi. Ben öteki elini uzatmasını söyleyince dudaklarını büküp sağ elini açtı. Şimdi sıra, dikkatle bizi izleyen yanındaki öğrencideydi. Naz edasıyla “Bana da buna vurduğun gibi vur” dedi. Bu şaşırtıcıydı. “Ona nasıl vurdum ki?” diye sordum. “Değnek eline değmedi” diye karşılık verdi. Gülümseyip “Değnek de kime ne kadar dokunması gerektiğini biliyormuş” dedim. “Doğru, o hiç yaramazlık yapmıyor. Hatta kimseyle konuşmuyor bile. Söz, ben de bir daha derste hiç konuşmayacağım” diyerek sırayla avuçlarını açtı. Vuruşlar bitince de “Teşekkür ederim, onunkinden azıcık hızlıydı ama olsun” demeyi ihmal etmedi.
Şimdi sıra diğerindeydi ve iki elini koltuk altlarına saklayarak “Ban ne, bana ne” diyerek vücudunu diye iki yana sallıyordu. Yanındaki konuşma kotasını doldurmamış olmalıydı, “Korkma kız, aç ellerini. Vurmuyor, valla sinek bile daha sert konar. Amma şu iki kuduruk var ya; onları eşek sudan gelinceye kadar dövecek” diyerek arkadaşını hem cesaretlendirdi hem de ikna etti. Bu ikna yöntemine gülmemek elde değildi. Hafifçe eğilip “O eşek var ya, sudan hiç gelmeyecek. Çünkü çifte kazığa bağladım” dedim. “Oh olsun kuduruklara, değnek kırılıncaya kadar döv, hak ettiler” diye karşılık verdi.
Sıra ortada güreş tutan künde pozisyonundakilere gelmişti ve herkes oraya dikkat kesilmişti. Üsttekinin sırtına değnekle hafifçe bastırıp “Kalkın” diye uyardım. Başının yukarı çevirip “Ne var?” diye bağırdı. “Sıra dayağı atıyoruz…” dediğim anda sözümü kesip “Herkesi bitir öyle gel” diyerek arkadaşının boğazını sıkmaya devam etti. Tekrar uyarıp “Herkes tamam, sıra sizde” dedim. “Eee sıktın ama” diyerek değneğe vurunca aksiyon sahnesi başladı. Ertuğrul Gazinin kılıç savurduğu gibi havalandırdığım değnekten çıkan ıslık sesiyle talebelerin “Anovvv” sesleri birbirine karıştı. Şaşırtıcı olan ise dayak yiyenlerin acı çığlık değil kahkaha atmalarıydı.
Dayak yöntemi işe yaramamış gibiydi. Hüseyin Kömürcü “Ortağım yeter, onların canı vurduğun yerler soğuyunca acır” dedi. Derse döndük. Tommiks nereden biliyorsa haklı çıktı; birkaç dakika sonra “Acımış ay” diye kaşınarak birbirlerinden ayrılıp kenara çekildiler.  Nihayet sükûnetin sağlanmıştı.
Babam o günün akşamında “Yarın da sen kursa gitme, tatil yap. Çarşıya çık, levazımatçıdan alınacaklar var, onları al. Şeker’e gidip Berber Hasan’dan biriken fasikülleri getir” dedi. Söyleme şekli bunun bir ödül olduğunu gösteriyordu.
Ertesi gün ikindi vakti çarşı işlerini görüp eve döndükten az bir zaman sonra ağabeyim kurstan geldi ve arkadaşının kardeşini neden dövdüğümü sordu. Bahsettiği kız göstermelik olarak çok hafif vurduklarımdan biriydi. “Ben onu dövmedim ama falanca iki kızı eşek sudan gelinceye kadar dövdüm” diye karşılık verince “O ikisinde sorun yok, onlar geldi” dedi. “Yarın ben geleyim, kimi dövdüğümü diğer talebelere soralım…” dediğim sırada sözümü kesip “Gelmene gerek yok” diyerek sözü bitirdi. “Peki, öyle olsun” dedim. Herkesin beni haklı göstereceğini zannettiğim plân bir öğrenci yüzünden bozulmuştu. Oysa ben şikâyeti, canını yakmadıklarımdan değil, canı yananlardan bekliyordum. O gün öğrendim; hayatta cayırtı koparanların sırrını!
Uzun yıllar sonra, geçirdiğim beyin ameliyatını müteakip aylarda davetli olduğumuz düğünde; aynı zamanda ev sahibi vasfındaki, dayak günün iki kahramanından biri olan hanımefendi etrafımızda toplanan kalabalığı yararak masamıza gelip “Hoş geldin, beni tanıdın mı?” diye sordu. Muhtemelen ameliyatın ya da geçen senelerin etkisiyle kendisini hemen tanımayabileceğimi düşünüyordu ama tebessüm ederek “Unutur muyum hiç?” deyip omuzunu işaret ederek “Acıyor mu halâ?” diye sordum. “Ana… Hiç unutmamış. Acı mı kaldı, o gün geçti gitti. Sen de her şeyi hatırlama” diyerek epeyce güldü. Acı geçmişti ama hatıralar duruyordu.