Önce Vatan’da “Gerçek bir İstanbullu olmak” başlıklı yazımın yayınlanması üzerine okuyucularımdan günümüzde yok olan eski İstanbulluların özelliklerine, geleneklerine değinmemi isteyen mailler aldım. Dostlarla yaptığım sohbetlerde de; tarihe karışan İstanbul’u genç kuşakları aydınlatacak yazılar yazmamı istediler.
Onların istedikleri eski İstanbul yaşantısından kesitlerdi ve genç kuşaklar onları bilmiyordu. Hangisine öncelik vereyim diye düşündüm;  sonra da eski İstanbul düğünleriyle bugünleri karşılaştırmakta karar kıldım.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda eski İstanbul düğünlerini yaşamıştım.
Geçmiş günlerde evlenecek çiftler yakınlarının, dostlarının ve komşularının evlerini ziyaret ederek düğün davetiyelerini verirler ve sözlü olarak da onları davet ederlerdi. Onlarda yeni ev kuracak çiftlere eksiklerinin ne olduğunu sorar;  onlarda utanarak sıkılarak ihtiyaçlarını söylerlerdi. Düğünden önce veya sonra çiftlerin ihtiyacı olanlar evlerine götürüp verilirdi.
O günlerdeki İstanbul düğünlerinde takı merasimi gibi bir olay yoktu. Ne hediye aldığı veya ne verildiğini kimse bilmezdi. Söylenmesi ayıp sayılırdı.
Devran değişti, iç göçler başladı, kırsal kesim şehirde ağırlığını koydu; İstanbullular takı törenleriyle tanıştı.  İstanbul’a da getirilen takı merasimleri evlenen çiftlerin yakınları veya dostları arasında garip bir gösterişten öteye gitmiyor.  Düğünün ortasında beklenen an geliyor;    “Şimdi takı merasimi” anonsu yapılınca gelin ile damat pistteki yerlerini alıyor, davetlilerde onların önünde kuyruk oluşturuyor. Damadın boynunda altınların takılacağı kırmızı bir kurdele, gelinin elinde kese, aileden birini elinde de iğne torbası…
Bazen kimin ne taktığı öğrenilsin diye tören videoya çekiliyor. Yakın tarihlere kadar düğün sahibinin yakınlarından biri eline mikrofonu alır, falancadan şu, filancadan bu diyerek kimin ne taktığını ilan ederlerdi.  Eski İstanbul düğünlerinde para verilmesi ayıp sayılırdı.
Yanılmıyorsam Yargıtay’dan çıkan karara göre takılar gelinin hakkı olmasına rağmen bazen toplanan altınlar anında düğün salonu sahibine verilerek borç ödeniyor. Damat ve gelin aileleri arasında bu yönde ara sıra da olsa çıkan kavgalar medyaya da yansıyor. Günümüzde altın fiyatları yükseldiğinde onların yerini gram altının aldığını belirtmek isterim.
Kırsal kesimlerde oğullarını veya kızlarını evlendirenler ya tarla satarak, ya da büyük baş hayvanlarını keserler; borçlanırlarsa da caka satmaktan geri kalmazlar.
Eski İstanbul düğünlerde bu tür sahneler görülmezdi. Evlenecek çiftler  çoğunlukla yemekli olan düğünlerde davetlilerin masalarını dolaşır, onlarla birkaç dakika da olsa sohbet ederlerdi. O sırada gelin veya damada kolye, bilezik gibi hediyeler kimseye gösterilmeden verilirdi. Çeyrek, yarım, tam altın, beşi bir yerde ve para  verilmesi görgüsüzlük sayılırdı. Kısacası kimin ne verdiğini kimse bilmezdi.
Eski İstanbul düğünlerine hafif müzikle başlar; gelin damat salona “La kumpartissa” ile dans ederek girer, kısa bir süre sonra onlara davetliler eşlik ederdi. O günlerin gözde tango orkestraları ve solistleri vardı. Bunların başında Necdet Koyutürk orkestrası, Secaettin Tanyerli. Celal İnce ve Seyyan Hanım gelirdi. Onların tangoları günümüzde de zevkle dinleniyor.  Tangonun arkasından foksrot ve özellikle vals gelirdi. Johann Strausse’nin valsleri düğünlerin vazgeçilmeziydi. En güzel vals yapanlar piste çıkar çok güzel görüntüler sergilerlerdi.  Sonraki yıllarda onlara samba, rumba swing  gibi danslar da  eklenmişti. Günümüz düğünlerinde ne yazık ki, bunları görmek olanaksız… Her ne kadar gelin ile damat tango ile düğünü başlatırsa da; birkaç dakika sonra oyun havaları, kasap havaları birbirini izler, bazıları harmandalı, çiftetelli oynadıklarını sanarak kol ve bacakların sallayarak komik görüntüler sergilerler… İnsanlar pist denilen yerde hoplayarak zıplarlar…
Eski İstanbullular bu tür düğünleri bilmezdi…
Bugün orgun ve şarkı söyleyenin sesini bastıran düğüncü davul zurnacılara da yer yoktu. Ne yazık ki; davul gürültüsünü müzik sanan bir toplum olduk.
Eski İstanbul düğünlerinde bugün olduğu gibi düğün salonları yoktu. Genellikle konak, köşk ve yalılarda yaşayanlar birbirinden güzel bahçelerinde düğünlerini yapar, şehrin önde gelen otel veya lokantalarından getirtilen yiyecekleri garsonları servis ederdi. Mütevazı düğünlerde ise ev halkı komşularla birlikte çeşitli yemekleri hazırlayarak davetlilere kendileri sunarlardı.
İstanbul Boğazında yaşayanlardan bazıları Şirketi Hayriye’den (Sonradan Deniz Yolları) vapur kiralayarak düğünlerin denizde yaparlardı. Yakın tarihlere kadar Boğazda düğünlerin yapıldığı tekneler vardı.
 Otellerde veya tanınmış salonlarda yapılan düğünlerin sonlarına doğru pastanelerden özel ısmarlanmış birkaç katlı pastayı damat ile gelin kestikten sonra garsonlar servis ederlerdi.  Gerçekten o günlerin pastaları birer sanat eseri gibiydi. Günümüzdeki pasta servisi ile tam bir komedi…  Salonun bir köşesinden garsonların taşıdığı meşalelerin ortasında mukavvadan birkaç katlı pasta getiriliyor. Salonun ortasında gelin ve damat mukavvadan pasta kulesinin bir kenarına konulmuş bir tabak pastayı birbirlerine yedirdikten sonra mukavva pasta (!) yine meşalelerin eşliğinde götürülüp, davetlilere birer parça pasta veriliyor.
Sözcüğün tam anlamıyla insanların insanları kandırması…
İstanbul düğünlerinde davul zurnaya yer olmadığını da yeri gelmişken belirtmek isterim. Ayrıca çevreyi rahatsız eden klaksonlarla gürültü kirliliğini oluşturan düğün konvoyları da yoktu. Gelin ve damat dikkati çekmeyen bir araçla düğünün yapılacağı salonu gelirlerdi.
Gelini sabahın erken saatlerinde evinden davul zurna ile çıkarması, kuaför veya berber önünde davul zurna çalınması gibi bir adette yoktu. İnsanlar birbirlerini rahatsız etmemek için son derece saygılıydı.
İstanbul’un tarihe karışan düğünlerinden söz ettikten sonra günümüzde düğünleri şehir sakinleri nasıl yapıyor diye bir soru yöneltirseniz: İstanbul’da gerçek İstanbullu kalmadı. Şehir sakinleri düğünlerini de Anadolu veya kırsal kesim törelerine göre yapıyorlar derim…