Yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığında buharlaşan sular yükseliyordu gökyüzüne. Her bir buhar damlası zamanı geldiğinde gök gürültüsünün eşliğinde inecekti yağmurlarla yine yükseldiği yerlerin üzerine. Yağmur mevsimi geldiğinde, ses çıkartmadan yansıtırlar çığlıklarını her bir yağmur tanesi eşliğinde. Rutubetli evlerde geçen gençlik, boğuk yaşam hikayesiydi aslında bütün yaşanmışlıkları…
Hayatta kavgaları on altı yaşına girdiklerinde başlar. Fakir hanelerin umutla yolculuğudur bu kavgalar. Kime dokunursan hüzün yapışır ellerine, kimi seversen yalnızlık kalır yüreğine. Neyi almaya çalışsan yokluk dikilir karşına. Nasıl görmek istersen sevdiklerini, vefasızlığı koyarlar yanı başına. Denizi olan şehirde oturup yıllarca deniz kıyısına gidemeyen ailelerin çocuklarıydı onlar. Sahilde el ele dolaşan sevgililerin anlattıkları kadar hep bilirlerdi İstanbul’un sahillerini.
Bu koca şehirde, kendileri olamazlar. Zaten olmalarına da imkan verilmemiştir. Kendileri olamayacak kadar unuturlar birbirlerine. Yoksulluk doğarken, doğum izi gibi kalır alnını tamda ortasında. Kırmızı bir leke olur dolaşır yaşamlarında daima. Leke mahcupluğu olur gittiği her yerde. Koca bir kışı paltosuz, kazaksız geçirirler soğuğa meydan okurcasına. Aslında kimseye meydan okumak değildir gayeleri. Neylersiniz ki, inat ettikleri şey bizzat ti kendileridir. Bir süre sonra onlar kendileriyle ettikleri inadı da bırakır küserler İstanbul’un kara kışlarındaki ayazlara…
Okula giderken hiçbir dönem kitapları tam olmaz. Yarım yamalak derste dinledikleriyle, sınava girer kırık not alsalar da tesellisini üç dersi bir defterde biriktirdikleri notlarda ararlar. Sırtlarında ağabeylerinden kalan gömlekler ve bacaklarına kadar uzanan babalarının koyu mavimsi kravatlarıyla koca bir okulu bitirmeye gayret ederler. Dergi parasını verme günleri geldiğinde, öğretmen “Bu ayda zamanında veremediniz dergi parasını” dediğinde, yüzlerinin kızarıklığını kimseye göstermemek için, masanın altına kalemi, silgiyi düşürüp eğerler başlarını. Okul kantini onlar için çok uzaklarda ve gidilmesi yasak bir bölge gibi hatıralarında yerini alır. Okul yıllarını, yarı aç, yarı tok haliyle geçirirler geçirmesini de sınıfta doğru dürüst ders kitapları bile olmadan geçen yıllar geldiklerinde akıllarına ses çıkartmadan yansıtırlar çığlıklarını…
Bir de sobalı damların bitip tükenmek bilmeyen, rızık umutları vardır. Ülkemizin birçok şehrinde kara kışların soğuk gecelerinde, sobalı damların sobaları vardır ama yanmazlar. Çünkü içine atacak ne bir odun, nede bir kömürleri vardır bacalı damların. İşte o zaman başlar yüreklerinde burukluklar. Aslında mahalle hep aynıdır bir iki hane hariç. Kendi evindeki sobayı tutuşturacağı bir çıra bile yokken, karşı komşusunu düşünmekten sabahı sabah edemezler. Umut fakirin ekmeğidir ne de olsa…
İşte böyle yaşamdır ekmek arası hayatların dramları. Yoksul hane halkı kendisi için üzülmeyi beceremediği gibi, elinde ne varsa verir onun gibi kara gözlü çocuklu aile bireylerine. Ve televizyonlarda her gün seyredilen şatafatını kutsayan karşı mahallenin insanları. Yüreği ile inanan, rızkın inanç dua ve gayretle geleceğine inanlarındır bu yeryüzü. Düşene yardım edenin, mazlumun sırtında eli olanın, avcunda olanından biriktirip yeri geldiğinde hayra hasenata koşanın ve mutfağından bir tencere daha kaynatıp bu ekonomik krizde komşusunun kapısını çalandır asıl meziyet…
Bakara Süresi – 177 Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlük için) veren. Namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlarda bunlardır…