Yapılaşmanın seyrek olduğu yıllarda Kovanağzı’ndaki ırmak boyları, yol kenarları ve tarla sınırları iğde ağaçlarıyla bezeliydi. Dikenine “çöğür” adını verdiğimiz iğde ağaçları bakıma ihtiyaç duymayan, kolay çoğalabilen, küçük tüylü yeşil yapraklıydı ve sık dalları nedeniyle perdeleme görevi yaptığından doğal çit vazifesi görürdü. Bol dikenli olması savunma kabiliyetini artıran önemli bir özelliğiydi. Bu yüzden Selbasan kıyıları, Deleğen Arif cihetinden gelip Balaban caddesine uzayan yol boyu, Çakılharmanlar Caddesi, Kurtuluş ve Uzunharmanlar istikametine yol veren Aşağı Kovanağzı Caddesi ve ara sokaklara dağılan çay boylarındaki iğdelerin dalındaki kuş yuvalarına ulaşıp yumurtalara erişmek haylaz vasıflı çocuklar için pek kolay olmazdı.

Bir keresinde Topal Hasan’ın bağına komşu iğdelerin altında oyuna dalmışken, ağaçların büyük gölgeleri dikkatimizi celp etti. Herkes ağacın neresine kadar çıkabileceğine dair iddiasını ortaya koyarken; dedesinin sigara içmeyi erkeklik nişanesi sayıp iki üç yaşlarındayken tütünün tadına aşina ettiği Cığaracı, yani Sigaracı Ali “Ben en tepesine kadar çıkarım. Çıkamazsam beni aşağı atın” diyerek en heybetli ağacın, erozyona uğrayan çorak kahverengi toprakları andıran gövdesine sarıldı. Seyrek dalların arasından sincap kıvraklığını taklit ederek sıyrılan Ali koluna, boynuna baldırına batan dikenlerle yavaşladı, dallar sıklaştıkça hareket kabiliyetini yitirdi. Üstelik ağaç yukarı bölgelerde inceldiği için bastığı, tutunduğu dallara da güvenemiyordu ve ikindi esintisi mahalleyi teşrif etmiş, dibindeyken ninni gibi gelen hışırtılar Ali için düşman saldırısı hükmüne bürünmüştü. Dallar sallandıkça gerildi, tutundukça yoruldu, koktu, takati tükenince de “İnemiyorum, anamı çağırın, baba mı çağırın” demeye başladı. İğde çöğürünün acısına dayanmak kolay değil, dallar resmen dövüyordu Ali’yi! Çaresiz, İmam Hatip talebesi Üssün ağabeyini çağırdık kurtarma timi olarak. Üç beş yan dala da o tırmandıktan sonra kardeşini, alt dallara adım atmaya cesaretlendirip zor da olsa indirmeyi başardı. Eli, yüzü, kolları iğde yarasıyla doluydu.

Baharda yeşeren iğdeler Haziran geldiğine küçük sarıçiçekler açar, ılgıt ılgıt esen yel rayihasını semte taksim ederdi. Bilhassa akşam saatlerinde bazen Suruç bazen de Kovanağzı Caddesi boyunca aheste yürüyüş yapanlar semtin lezzetine vakıf olurdu. Sabah erkenden işe giden memurlar masalarını süslemek, okula giden öğrenciler öğretmenlerini mutlu etmek için bir demet iğde çiçeği uğruna birkaç çöğür yarasına katlanmayı göze alırdı. Kimi de yaka ceplerine iliştirdiği bir küçük çiçekli dal ile rayihayı ciğerine komşu ederdi. Otobüsün durup kalktığı anlarda titreyen çiçeklerin kokusu içerideki nahoşluğu siler süpürür, yarı uykulu bedenlere can verirdi.

İhsaniye Camiinde ayakkabımın çalındığı bir gün ailece Ekrem ağabeyime davetliydik. Camiden ayağıma takıştırdığım bir terlikle gittim. İstanbul’da dini tahsil gören amca zadelerimizden en küçük Mustafa’da dönmüş ve oradaydı. Onunla çocukluk yıllarından beri görüşmediğimiz için bendenizi yeni tanıyacaktı. Gece birlikte Kovanağzı’na gidip bir müddet misafir ettik. Ertesi akşam yemekten sonra çevreyi tanıması için gezintiye çıktığımızda yıldızların altında Balaban Caddesinde yürürken ben bir şeyler anlatıyordum ki “Şşşt” diyerek susmamı istedi. Irmakta aheste akan suyun çıkardığı narin şırıltılara iğde dallarında yuvalanmış serçe yavrularının şarkıları eşlik ediyor, nazlı esintinin alıp getirdiği iğde kokuları tabiatın bestesini tamamlıyordu. “Şu muhteşem güzelliğe bak. Bunu İstanbul’da yaşayamazsın. Hiçbir şeye değişilmez bir güzellik” diyordu Mustafa.

Kovanağzı Caddesinde Haydar Efendi Camiin karşısındaki iki katlı bağ evinin yüksek bahçe duvarlarından iğde dalları dışarıya kaçmak istercesine yola sürgün verirdi. Burası Aziziye muhitinin müdavimi Salma Helil namıyla maruf bir garibanın ailesine aitti. Kimilerinin Deli dediği Helil iri cüsseli, kalın dudaklı ve kocaman burnu olan, konuşmayı sevmeyip ördek misali paytak yürüyen bir insandı. Otobüse bindiğinde, heybetinden ötürü iki kişilik koltuğa kendi başına oturur, kimseyle mülaki olmazdı. Yenice-Kovanağzı adlı otobüs hattının tahsis edilmesi en çok Helil’İn işine yaramıştı. Alparslan İlkokulundan sonra otobüs Kovanağzı Caddesine kıvrıldığında oturduğu yerden kalkıp kapıya yanaşır, evinin önüne geldiğinde de düğmeye basmak yerine kalın sesiyle sertçe “İnceem” diye bağırır ve şoför bu ünlemeden sonra durmak zorundaydı!

Helil’in omzunda her daim bulunan urganın sırrını onu yakından tanımayanlar pek bilmez, bundan mütevellit bazıları da ona Urganlı Helil derdi. “Salma Helil” demelerinin sebebi ise onu sinirlendiren olduğunda etraftakilerin şamata seyretme arzusuyla kışkırtıp “Salma Helil” diye bağırmalarıydı. Ağır bedeniyle peşine düştüğü insanı yakalamayacağını anlayınca durup sırtındaki urganı kement gibi savururdu.

Aslında Helil meczupluğundan değil, bir iş aleti olarak taşırdı urganı. Zira o Aziziye civarında yoğunlaşan beyaz eşya satıcılarının vazgeçilmez hamalıydı. Sırtına yükledikleri eşyayı sağa sola çarpıp ziyan etmeden verilen adrese götürebilecek güç ve kabiliyete sahipti.

Altmışlı yaşlarda dünya hayatını tamamlayıp ebedi âleme hicret eden Helil’in çok bilinmeyen en önemli sırrı ise çocuk yaşlardan itibaren kendisinden büyük bir hanıma gönlünü feda etmiş olmasıydı. Ümitsiz aşkını anlattığı az sayıda sırdaşından başka onun bu yönünü pek bilen yoktu.

Aşağı Kovanağzı Caddesinin Kurtuluş istikametinde ise Delioğlan diye bilinen orta yaşlarda bir Hasan vardı. Evi caddeye kapatan yüksek kerpiç duvarın dibinde yüz metre sağa sola sürekli ve acelesi varmış gibi hızlı adımlarla dolanır, sigarayı peş peşe ularken kendi kendine el kol hareketleri yaparak söylenirdi. Duruma alışık olmayanlar onun bu halinden ürperir, kendilerine zarar verebileceği endişesiyle yolunu değiştirirdi. Delioğlan caddede volta attığı zamanlarda peşine takılan bardak gibi iki çocuk onu adeta inzibat gibi takip eder, yolu uzatacağını anladıklarında geri döndürmek için ısrarla çağırır, beceremediklerinde de koşup dedelerine yahut babaannelerine haber verirlerdi. Kendi kendine söylenmelerinin ruhunu dindirmediği zamanlarda nara atarcasına bağırıp çağırır ama kimse ne dediğini ve neden böyle yaptığını bilmezdi.

Meğer Hasan bir zamanlar akıllı uslu, işinde gücünde bir insanmış ve evlenip yuva da kurmuş. Ama gel gör ki kendisine iki evlat veren hanımının yanlış bir yola saptığını fark edince aklı başından gitmiş ve Delioğlan oluvermiş!

Uzun yıllar mesai yaptığımız Konya Postası gazetesinin bulunduğu Modern Vakıflar Çarşısı ve Dülgerler Sokak’taki Mehmet’imizin de kendine münhasır halleri vardı. Mesela gelenden geçenden bir lira ister, iki lira verince de “Yo, yo, yiter, onu yarın vir” derdi. Bazen elindeki cetvelle veya karış usulüyle duvarları ölçer, kendince hesaplamalar yapar ama bunu neden yaptığını kimseye izah etmezdi. Kimi zamanda sebebini kimsenin bilemediği bir hal takınıp saatlerce tükürürdü. Bazen öyle sert ve seri bir öksürük hâsıl olurdu ki ikinci kattaki ofiste motivasyonumuz bozulur, kapıyı örtmek durumunda kalırdık. Neye veya kimse kızarsa bazen de anlamsızca yüksek sesle bağırıp çağırmaya başlardı ki Mehmet’i susturmak mümkün olmazdı. Bir yaramazlığa azmettiği zaman ise özrünü peşin beyan edercesine, “Mehmet’in kusuruna bakılmaz” der, yapacağını yapardı.

Konya’nın meşhur simalarından Silleli İsmail Ağa meczuban takımının önde gelenlerindendi. Kalp gözünün açık olduğuna inananlar onun gönlünü hoş etmeye çalışırdı. Bir tarihte kendisine bir motorlu vasıta çarpmasıyla yaralanan İsmail Ağa hastanenin acil servisinde tedavi edilirken yanına polisler gelir. Öyle ya; trafik kazası olduğuna göre durum adli vakadır; “Sana kim çarptı” diye sorarlar. Üç beş saniye duraksadıktan sonra “Kim bilmem amma accık soğna gelecek” der. Bundan beş on dakika sonra trafik kazası yapıp yaralanmış bir şoför getirilip acil servisin diğer köşesindeki yatağa yatırılır. İsmail Ağa yattığı yerden belini doğrultup yataktaki adama, “Bana çarpıp kaçtın da eline ne geçti? Kaçmasaydın başına bu kaza gelmeyecekti, kendine ettin” der.

Bir gün Alaaddin istikametinden Kayalıpark’a doğru yürürken İplikçi Camii önündeki bir ağacın gölgesinde İsmail Ağa ile karşılaştık. Her zaman olduğu gibi mütebessimdi. Hal hatır sorunca “İyiyim, para ver” dedi. Ay sonuydu ve cebimde o zamanki rakamla yirmi beş bin lira vardı. Beş bin lirasını çıkarıp uzatınca “Accık çok ver” diyerek almadı. Onu ikna etmenin tek yolu vardı; çıkarıp “Paramın hepsi bu, sana daha çok verirsem ay sonunu getiremem” dedim. İnanmıştı ama daha çoğunu almakta ısrarlıydı. “Maaşı ne zaman alacaksın” diye sordu. Perşembe maaş günümüzdü. “O zaman Cuma namazına Sultan Selim’e gel, ben orada olurum. Accık çok getir” diye tembih edip o beş bin lirayı da almadı.

Cuma günü gazetedeki herkes hazırlığını yapmış Muhtar Camiine gitmek için beni bekliyordu. Fakat ben randevum olduğunu söyleyip Selim Sultan’a yönelince kadim dostum Ahmet Bozdam “Camide randevu veren mübareği çok merak ettim” diyerek peşime takıldı. Yol boyu bir kaç kez kiminle buluşacağımızı sormasına rağmen “Varınca gör” deyip atacağı fırçayı erteledim!

Ezanlar okunurken vardığımızda İsmail Ağa Caminin köşesinde oturmuş; gelen giden sakalını sıvazlıyor, dua istiyor, harçlık veriyordu. Selam verip cebimden çıkardığım on bin lirayı uzatınca irkilip “Namazı kıl öyle gel” diyerek almadı. Ahmet şaşırmıştı; “Senin randevun bununla mı” diye sordu. “Beğenemedin mi” dedim. Ahmet ise “Hayır, senin meczup olduğunu biliyorum da öteki meczup kim onu merak ediyordum” diyerek mevzuyu kapattı.

Farzı kıldıktan sonra İş güç bahanesine sığınıp çil yavrusu gibi dağılanlar arasına karışıp İsmail Ağa’nın yanına vardığımızda daha bir hiddetlenip “Sünneti kılmadan gidilmez. Sünnetleri kıl öyle gel” diyerek parayı yine reddetmesi her akıllının yapacağı bir iş değildi! Ahmet’e “Biz birbirimizi bulduk, sen git” diyerek son cemaat mahalline yöneldiğimde bana epeyce bir kızmış olmalıydı!

Kapu Camii civarı dünya ile ilişkisini yok denecek seviyeye indirgemiş insanlarla doluydu ve Parsanalı Mustafa da bunlardan biri, belki de en önemlisiydi. En meşhur lafı “Ölü var” demesiydi ama galiba “Ölüm var” diyordu da biz öyle anlıyorduk! Uzun boylu, ince yapılıydı ve en çok iki üç günde bir sakal tıraşı olurdu. Hançer gibi keskin gözlerini okumak herkesin harcı değildi ve dil yapısı sebebiyle, ehli olmayan onun konuştuklarını kolaylıkla anlayamazdı.

Kapu Camiin Kuzey kapısından geçtiğim bir gün merdivenlerin en yukarısında sessizce oturuyordu. Beni görünce kalkıp koşar adım yanıma geldi ve elimi tutup bir şeyler anlattı. Anlayamamıştım. Birkaç defa tekrar etse de muradına vakıf olamayınca “Senin konuştuğunu anlayan birine götür” dedim, yakındaki bir esnaf dükkânına girdik. Bizi güler yüzle karşılayan satıcı talebimizi sorunca Mustafa amcayla aramızda tercümanlık yapmasını söyledim. Onu dinleyip “Mustafa amcamız kendisine bir ceket satın almanızı istiyor” dedi. Bu talep geri çevrilmezdi; “Hangisini istiyorsa seçsin” diyerek mukabele ettim. Beğendiği ceketi tezgâha koyduktan sonra da “Ben bunu senin ölçüne göre ayarlayıp vereyim” diyerek Mustafa amcayı yolcu etti. Sıra pazarlığa gelmişti. Satış fiyatını söylerken bir miktar da indirim yapınca “Bir de Mustafa amca indirimi yap” istedim. Sonra da “Ben de Mustafa’yım, şu kadar da benim için indirip yap” deyip kendime de pazarlık payı çıkarmam esnafın hoşuna gitmişti.

Bir yıl kadar sonra yine Kapu Camiin aynı cenahından geçiyordum ki merdivenlerde oturan Ölü Var Mustafa amca aynı şekilde gelip kolumdan tutarak bir şeyler anlatmaya başladı. Söylediklerini anlamasam da muradını kestirebiliyordum. “Hangi dükkândan ne alacaksak oraya gidelim” deyince beni aynı esnafa götürdü, vitrindeki ceketlerden birini beğenip onu almamı istedi. Geçen yıl ki hadiseyi unutmayan satıcı “Mustafa amca sizi şereflendiriyor inşallah” diyerek aramızda oluşan yakınlaşmayı övdü.

Sonraki zamanlarda İstanbul’a gidip altı ay kadar Pendik’te kaldım. Konya’ya döndükten bir kaç ay sonra, benin için yitik hükmündeki bir alacağımı tahsil edince aklıma Mustafa amca düştü. “Ceketi eskimiştir, yenileyelim” diyerek Kapu Camiine vardım ama o yoktu. Birkaç gün sonra tekrar gidip civarı gezindim; Mustafa amcanın buralarda görünmemesi olacak şey değildi! Müdavimi olduğumuz satıcının kapısına varınca bizi hemen hatırlayıp buyur etti. Mustafa amcaya ceket almaya geldiğimi ama iki defadır bulamadığımı söyleyince mütebessim çehresini hüzün kapladı. “Buralar eksildi, öksüz kaldık” dedi.